Korsanlardan biri Toras'ı kolundan sertçe fırlatarak kafesin içine attı. Zemin çok kirliydi ve toprakla kaplıydı. Uzun zamandır temizlenmediği aşikardı. Birkaç dakika etrafı gözleriyle süzdü Toras. Belki de ömrünün son zamanlarını geçireceği yer burası olabilirdi. Sonra başını kaldırdı ve onunla aynı mekanı paylaşan ihtiyarı fark etti. Mapus hayatına alışık olmayan birinin aksine meraklı bir tavırla içindeki soruları peşi sıra cümlelere dökmeye başladı:
''Hey ihtiyar! Seni neden attılar buraya. Sen çok yaşlısın, bu korsanlara en fazla ne yapmış olabilirsin ki?'' dedi Toras. İhtiyar, kitaplardan başını yavaşça kaldırdı. Aman Allah'ım! Adamın yüzü pul pul dökülmüş, vücudundaki buruşukluklar iz haline gelmişti. Bu halde yaşaması bile mucizeydi. Muhatabından cevap gelmemiş olmasına rağmen sabırsızca devam etti genç Triyanonlu:
''Sen kaç yaşındasın? Kimsin sen?'' İhtiyar belli ki senelerdir bu kafeste yalnız başına kalıyordu. Suskunluğa öylesine alışmıştı ki konuşmak onun için sıra dışı bir hal almıştı. Yavaşça kitabı yere bıraktı. Ayağa kalkmak istedi ama uzun süredir hareketsiz kaldığı için vücudundaki eklemler tutulmuştu. ''Yardım et de ayağa kalkayım lütfen.'' dedi. Elbette, deyip hemen yaşlının koluna girdi Toras. Kısa süre sonra ihtiyar ayağa doğrulmayı başardı. Elinde çok eski bir bastonu vardı. Ona dayanarak dik durmayı başarabiliyordu. Önce derince iç çekti ve yutkunarak boğazını temizledi yaşlı adam. Sonra yaşamının ona verdiği büyük bitkinlik ile karşılık verdi:
''Eğer sana, sorduğun soruların cevaplarını verirsem bana inanacak mısın? Bu zamana kadar anlattığım kimse inanmadı çünkü."
''Dur bir dakika! Kimse inanmadı derken neyi kastediyorsun? Daha önce burada seninle birlikte kafese atılan insanlar mı vardı?'' dedi Toras. Adam cevap verdi:
''Elbette. Bu korsanlar kimsenin amacına, suçuna, masumluğuna bakmaz. Onlar için tek önemli olan, Sadiser'de onların karasularına girmiş olmandır. Demin sordun ya hani ne suç işledin diye. Hiçbir suçum yoktu benim. Tıpkı etrafındaki iskeletlerde bir zamanlar yaşamış olan insanlar gibi.''
Toras hemen yanına baktı ve iskelet parçalarını fark etti. Burası kafesten çok bir mezarlığı andırıyordu.
''Ne yani mahkumlar burada mı çürüyüp iskelet haline geldiler. Cesetlerin kokusu bile seni öldürmeye yeterdi ihtiyar.''
Hayır, dedi adam. ''Korsanlar ölen mahkumları alıp önce köpeklerine yedirirler. Ortada sadece kemik kalınca da onları toplayıp tekrardan kafesin içine atarlar. Böylelikle her gelen mahkum korkudan tir tir titrer. Korsanlarda korkmuş hallerini gördükçe zevk alırlar. Bu arada iskeletlerin hepsi insanlara ait değil. Bir tanesi yuraktı. Ben yurakça konuşabildiğim için onunla çok iyi anlaşmıştık. Hiçbir suçu yoktu. Sadece avlandığı bölgede balık olmadığı için daha ileriye gitmek zorunda kalmıştı. Ama gel gör ki zalim korsanların eline düştü işte. Bana uzun süre arkadaş oldu. Yurakları bilmem tanır mısın ama aralarında insanlardan bile daha iyi olanları var emin olabilirsin.'' Toras dudaklarını büzdü. Son cümleye katılmamıştı belli ki.
''Okuduğum kitaplarda nedense yuraklarla ilgili hiçte hoş şeyler yazmıyor ihtiyar. Kurnaz olanları var buna şahitte oldum. Ama onların kalpleri olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Daha yeni, Quatra'da gerçekleşen büyük bir savaştan çıktım. Yuraklarda oradaydı. Başlarında ise zekası dillere destan olan Rauros vardı. Savaştıkları şehirleri gördüm. Her yeri yakıp yıkmışlar, yağmalamışlar. Önlerine kim gelirse öldürmüşler. Şimdi sen kalkmış bana yurakların içinde de iyi olanlar var diyorsun. Gördüklerime ve okuduklarıma mı inanayım yoksa senin dediklerine mi karar veremedim açıkçası.'' İhtiyar adam sözler üzerine tebessüm etti.
''Sen yine gördüklerine ve okuduklarına inan o zaman evlat ne diyeyim. Benim söylediklerim ise sadece aklının bir ucunda kalsın ama olur mu?''
Toras bu sevimli adamın sohbetinden hoşnut kalmıştı. ''Tamamdır ihtiyar. Sen tecrübeli birisin. Dediklerin daima aklımın bir kenarında olacak, söz!'' Birkaç saniye sonra aklında bir ampul yanmışçasına devam etti:
''Ee... Kendinden bahsedecektin hani. Lafa daldık unuttun galiba sende.''
''Evet, evet haklısın kendimden bahsedecektim. Adım Ohogus'tu sanırım. En son ölen kafes arkadaşım bana öyle sesleniyordu. Sakın beni bu konuda yadırgama evlat çünkü burada o kadar uzun süredir yaşıyorum ki. Ve senin gibi arkadaşlarda fazla gelmiyor şu aralar yanıma. Yani diyeceğim o ki ismini telaffuz eden kimse olmayınca bir gün aklından çıkabiliyor işte. Onun dışında Sarkhrist'te doğdum. Yıllar yıllar önceydi. Kaç yaşındayım bilmiyorum ama Malyen'de yaşayan insanların en yaşlısı olduğumu iddia edebilirim. Geçmişe dair hiçbir şey yok neredeyse hafızamda. Sadece Sarkhrist'ten ayrıldığım zamanı hatırlıyorum. Bir akşam vaktiydi. Her şeyin normal devam ettiği saatlerde aniden sağanak şeklinde yağmur yağmaya başladı. İlk başlarda hiç kimse tedirgin olmadı. Yani sıradan, her zaman yağan bir yağmur zannettik bunu. Fakat daha sonra gökyüzü aniden kararmaya başladı. Havada çakan şimşeklerin yaydığı ışık gözleri kamaştıracak cinsteydi. Yağmur öylesine güçlü vuruyordu ki yeryüzüne. Ben de açıkçası yaşama umudumu yitirmiştim. Evim tarumar olmuş, ben ise azgın suların arasında son gücümle cebelleşiyordum. Bir anda, olma ihtimalini hiç düşünemeyeceğim olaylar gelişti. Devasa yeşil bir ejderha, üzerinde küçük bir kız çocuğuyla beni o durumdan çekip çıkarttı. Ejderhanın üzerinden Sarkhrist'e baktığım o anda felaketin sonuçlarını en net şekilde görüyordum. Etrafta binlerce ceset su üzerinde yüzüyordu. Tek bir yapı dışında Sarkhrist'te sağlam ev veya inşaat kalmamıştı." Toras heyecanla araya girdi.
''Bir dakika. Sen Hulyonsun yani öyle değil mi?" dedi Toras. Evet, dedi yaşlı ihtiyar. ''Okuduğun kitaplarda ırkımla ilgili şeylerde yazıyordur diye umut ediyorum.''
''Yazmaz olur mu? Siz Hulyonları, Dalk'ta duymayan çok az insan vardır. Çocuklarımız hep Hulyonlar gibi zeki olup icatlar yapmak ister. Neyse sen hikayene devam et. O ejderha ve küçük kız seni nereye götürdü?" İhtiyar derin bir iç çektikten sonra anlatmaya devam etti.
''Malyen'in en güzel yerine, yetim çocukların yaşadığı yemyeşil ve hiçbir kötülüğün ulaşamadığı o yere götürdüler. Oranın adını unutamam. Evet, evet Vaveyla'ydı orası. Beni kurtaran kız çocuğunun adını sormuştum. Ama büyük ihtimalle oradaki çocuklar konuşmayı bilmiyordu. Bir anda diğer çocuklar parmaklarıyla beni göstermeye başlamıştı. Büyük ihtimalle benim orada yerimin olmadığını ima ediyorlardı. Beni kurtaran küçük kız sanki onların reisiymiş gibi benim Vaveyla'da kalmam için diğer çocukları ikna etti. Bense orada yalnızca bir gece kaldım. Sonra ki günün sabahında hiç kimse uyanmadan çekip gittim. Ve bir daha ne o yeşil ejderhayı gördüm ne de o küçük kızı."
Toras hikayeyi dinledikçe hüzünlenmişti. Aniden aklına bir şey geldi. ''Bak aklıma ne geldi. Mademki sen bir Hulyonsun, belki bunun ne olduğuna dair bir fikrin vardır.'' dedi ve elini paltosunun cebine attı. Löfer'in ona verdiği hediyeyi çıkarıp ona gösterdi. Ohogus şaşırıp kalmıştı. ''Bunu nereden buldun sen?'' diye sordu. ''Bir arkadaşım hediye etti, neden ki?'' dedi Toras. Ohogus heyecanlanmıştı.
''Buna silah denir. Dedelerimin çokça kullandığı bir alettir." Hemen onu eline alıp incelemeye başladı. Bir bozukluk tespit edemedi. İçindeki bölmeye baktı. Orada üç tane mermi vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ON HANEDAN
FantasíaON HANEDAN On Hanedan, bir Türk fantastik kurgu romanı. Yerli yazarlarımızın ısrarla uzak durduğu bu tür, aslında okuyucuyu daima diğerlerine göre daha çok cezbetmiş ve merak uyandırmıştır. Kitap uyarlaması fantastik filmlerin aldığı ilgi ve teveccü...