10.KISIM,8.BÖLÜM-SON KALE

80 54 0
                                    

Toras ve ekibi yolculuklarına devam etmekteydi. Barvat, ikizler ile çok iyi anlaşıyordu. Birlikte uyuyorlar, yan yana yemek yiyorlar, şakalaşıp eğleniyorlardı. Toras ise daha temkinliydi. Sonradan çıkıp gelen ikizlerle fazla samimiyet kurmuyordu. Belki Barvat da sonradan dahil olmuştu aralarına. Ama onun yolculuğu bizzat Toras'ın kararıyla belirlenmişti. Galbanum ve Sehelhatum ise bir gece ansızın gelmişlerdi. Bu durum Toras'ı rahatsız ediyordu.

Dorteron'dan çıkalı dört gün olmuştu. O acılarla dolu kentten uzaklaşmak herkese iyi gelmişti. Barvat yaşadıklarından ötürü bir süre kendine gelemedi. Bakışlarıyla boşluğa dalıp giderken buluyordu diğer yoldaşları onu. Toras ise duyduğu çığlıkları unutamıyordu. "İmdat! Sesimizi duyan yok mu? Yardım edin!" diye bağıran masum insanların sesleri neredeyse her gece başını yastığa koyduğunda beyninin içinde dolaşıp duruyordu. Anberyon'a da öfkeliydi Triyanonlu. Ama buna hakkı olup olmadığına da karar veremiyordu. Devasa ejderhayı, kilometrelerce öteden tahrik ederek şu an ki olayların müsebbibi olmasını kim sağlamıştı? Toras'ın planları istediği gibi gitmemişti. Yine de bundan sonrasını düzeltebilirdi. Elinde surları yıkabilecek bir ejderha kozuyla gelmişti. Doğu ve güneyden gelen orduların, hep içlerinden temenni olarak geçirdiği Anberyon'u Otonas'a kadar ulaştırmayı başarmıştı.

Yirmi dört kişilik ekibin Kasdron yolu üzerinde aşması gereken tek bir yer kalmıştı. Tarihi, anılarla dolu Draugr Çayırları... Burası Kasdron'a batıdan giriş kapısıydı. Etrafı dağlarla çevrili bir vadiydi. Toprağı kupkuru, hayvanların otlamadığı, ıssız yer Draugr; zamanında birçok savaşın gerçekleştiği ve her ırktan canlının öldüğü bir yerdi.

Toras en önde, onun biraz arkasında Barvat, Barvat'ın sağ ve solunda ikizler, en arkada ise Dokko'nun önderliğinde yirmi dev yürümekteydi. Akşam vaktiydi. İnsanların elinde meşaleler vardı. İki dev, aşırı susadığından dolayı gördükleri ilk çeşmeye doğru giderek ekipten ayrıldılar. Dokko, yolculuğun başından beri tüm devleri bu konuda uyarmıştı aslında. Ama devler hem unutkan hem de tedbirlere çok fazla riayet etmeyen bir millettir.

Az sonra, çeşmeden su içmek için giden devlerden şiddetli böğürme sesleri işitilmişti. Ordu, hemen yönünü oraya doğru çevirdi ve seri şekilde bölgeye koşmaya başladı. Beş dakika kadar gittiklerinde, dağın etrafından dolaşan yola kadar geldiler. Aniden karşılarına mızraklı Ekselon askerleri çıktı. Çeşmeye giden iki devi öldürmüşlerdi. Diğerlerini görünce de pusudan çıkarak mızraklarını savurdular. O an ön tarafta olan iki dev daha yere yığıldı. Dokko şiddetle Toras'a "Bu bir tuzak! Gelmeyin! Kaçın!" diye ortak lisanda bağırdı. Ekip şimdi iki ateş arasında kalmıştı. Vadinin diğer tarafından da beş yüz kişilik Ekselon ordusu geliyordu. Devler yönlerini değiştirip koşmaya başladılar. Koşarken rastladıkları Toras, Galbanum, Sehelhatum ve Barvat'ı da sırtlarına aldılar.

Kaçışları yarım saat kadar sürmüştü ki karşılarına iki kilometre uzunluğunda, yirmi metre genişliğindeki tahtadan yapılmış devasa bir köprü çıktı. Altından azgın sularıyla çağlayan Draugr Şelalesi akıyordu. Devler aniden durdu. Dokko: "Köprü bizim ağırlığımızı taşır mı?" diye sordu. Toras hemen atıldı: "Bırak on altı devi, otuz fili bile taşır. Draugr Köprüsü ile ilgili hikayeleri çok iyi biliyorum. Bizim atalarımız iki yüz sene önce büyük emeklerle yapmışlar. Çevresinde saf Gekpol çeliği kullanmışlar. Sırf Draugr'da yaşayan köylüler, Kasdron'a rahatlıkla ulaşabilsin diye yapılmış onca masraf. Hadi durmayın! Tek sıra halinde, büyük adımlarla geçin köprüden."

Ekselon birlikleri aradaki mesafeyi kapatıyordu. Devler büyük adımlarla geçip giderken Ekselonlar köprünün başına gelince duraksadı. Liderleri: "Hepiniz aniden girmeyin! Gruplar halinde gidin." dedi. Devler az sonra karaya ulaşmıştı. Ama düşman da adım adım yaklaşıyordu. Eğer Kasdron'a kadar bu birlik durdurulamaz ise Toras'ın ordusunu sıkıştırıp imha edeceklerdi. Bir şey yapmalıydı. Toras kara kara düşünürken aniden Galbanum ve Sehelhatum, devlerin üzerinden yere atladı. Galbanum kardeşine dönerek: "Canım kardeşim, vakit geldi. Verdiğimiz sözü tutma zamanı!" dedi. Toras konuşulanlara anlam veremiyordu. "Neden söz ediyorsunuz siz? Neyin zamanı geldi? Düşman yaklaşıyor! Acil gitmemiz gerekli!" dedi. Galbanum'un yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. "Eğer bu düşmanı şimdi durdurmaz isek Kasdron önünde senin davanı güdecek kimse kalmayacak kıymetli komutan. Şimdi biz üstümüze düşeni yapacağız. Buna mecburuz. Karşılaşmamız kısa oldu. Yine de seni tanımak çok güzeldi Toras." dedi. Ve ikiz kardeşler, kıyafetlerinin ön tarafını açtılar. Üzerlerinde patlayıcı maddeler vardı. Evet, bu bir vedaydı. Hem de çok acı bir veda. Galbanum önde, Sehelhatum arkada olmak üzere köprünün içine doğru koştu kardeşler. Düşman artık iyice köprüye yerleşmişti. Galbanum istediği yere kadar geldiğinde önce durdu. Kardeşine dönüp sıkıca sarıldı. İki kardeşin de gözlerinden yaşlar akıyordu. Sonra düşmana döndüler. Ekselonların yaklaşmasına üç metre kala elindeki meşaleler ile üzerlerindeki patlayıcıların pimlerini yaktılar. Saniyeler içinde köprünün tam ortası paramparça olmuştu. Toras gözleri dolu dolu izledi bu sahneyi. Galbanum ve Sehelhatum'un bu fedakarlığı Malyen'de asla unutulmadı. Ve o kardeşler her zaman minnetle anıldı.

Yıllar sonra beklenen savaş gelip çatmıştı. Herkes olması gereken yerde mevzilenmişti. Kasdron kalesinin üç tarafı da sarılmıştı. Doğudan Ectais, dört bin Triyanon askeri, yirmi mancınık ve beş gergedan; güneyden Occoday ve beraberindeki iki bin yurak; batıdan ise Toras, Dokko, Barvat ve on beş dev gelmişti. Çünkü dört dev Draugr Çayırlarında öldürülmüştü. Yurak ordusundaki beş dev ve Andorit askerleri ise Poridon ve Titanus kuşatmalarında tamamıyla tükenmişlerdi.

Kasdron kalesinin tek bir kapısı vardı ve yine tek girilecek yer de burasıydı. Çünkü kalesinin surlarında gedik açmak nerdeyse imkansızdı. Surlar bir hayli yüksek ve kalınlığı çok fazlaydı. Kalenin yapıldığı tarihten bu yana hiçbir ordu duvarları yıkarak surların ötesine geçememişti.

Doğu halklarının hepsi bir yerde toplandığı için artık tüm ordunun ortak bir kumandana ihtiyacı vardı. Ectais ve Occoday birliklerinin başları olarak Toras'ı aday gösterdiler ve bu teklif herkes tarafından kabul edildi. Artık Toras'ın hizmetinde Triyanonlu askerler, yurak ve devlerden oluşan bir ordu vardı. Kara Anberyon ise bu vakitlerde Kasdron'da olması gerekirken kimsenin bilmediği nedenlerden ötürü bir anda rotasını kuzeye çevirmişti.

1248 yılının Aralık ayıydı ve gün geçtikçe soğuklar artıyordu. Toras, ordusunun komutanı olarak ileri çıktı ve kalenin üzerindekilere seslendi: ''Ben Aryon oğlu Toras Triyanon. Güney, batı ve doğudaki tüm şehirlerinizi aştık. Poridon ve Titanus'taki yerleşkelerden de yardım beklemeyin. Eğer teslim olursanız kimsenin kılına zarar gelmeyecek.''

Averreos hemen atıldı: ''Öyle hemen teslim olmak yok Aryon oğlu. Gel seninle bir anlaşma yapalım. Çok eskiden komutanların kullandığı bir yöntemle çözelim bu işi. Karşılıklı üç savaşçı çıkaralım. Ama onların arasında sen ve ben de olacağız. Eğer senin tarafından iki savaşçı yenerse şehri teslim ederiz. Fakat yok, benim tarafımdan iki savaşçı yenerse siz buradan defolup gideceksiniz. Kabul mü?''

Toras bunun üzerine ordusunun önde gelen isimleriyle görüşüp fikirlerini aldı. Beş dakika konuyu istişare ettikten sonra tekrar eski konumunu alıp seslendi: ''Peki! Senin dediğin gibi olsun.'' dedi.

Averreos kendisi dışında iki kara şövalye seçmişti. Adları Gomos ve Yakil'di. Üç Batılı, kale kapısından geçerek meydana çıktılar. Averreos diğer iki savaşçı arasında her yönüyle dikkat çekiyordu. Bazı doğu ordusu askerleri bu savaşçıdan ürkmüştü. Dokko bile Toras'a: ''Ortadaki adam çok cüsseli. Onunla ben savaşmak istiyorum.'' dedi. Toras aslında Averreos ile dövüşmek istiyordu ama Dokko'nun bir dev olmasından dolayı teklifi kabul etti. Bunun dışında doğu halklarından üçüncü olarak Barvat ileri çıktı. Böylece Toras'ın rakibi Yakil, Barvat'ın ki de Gomos olmuştu.

Hem kalenin içindeki ordu hem de dışarıda bekleyen binlerce kişilik birlik nefesini tutmuştu. Bu müsabakalar belki de tarihe altın harflerle yazılacaktı. Ve şu çok kesin ki hiçbir zaman unutulmayacaktı.

ON HANEDANHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin