Toras, uyuyor gibi gözükse de bir gözü açıktı. Tehlikeli topraklarda bulunuyordu. Ailesinin uzun zaman önce terk etmek zorunda kaldığı yerlerdi burası. Her yerde Ursula'nın suikastçileri bulunabilirdi. Ki en son, Belin Denizi'ndeki halatların zayıf olması şüphelerini daha bir arttırmıştı Toras'ın. Biraz sonra: "Efendi Toras. Çadırınızda mısınız? Ordu harekete geçmek için sizi bekliyor." sesini duydu. Aniden irkildi. Elindeki, uyurken tuttuğu hançeri öne doğru kalkarak arkasına savurdu. Ama burada birisi yoktu. Şaşkın gözlerle ayağa doğrulmaya başladı Toras. Acele şekilde kıyafetlerini giymeye başladı. İçliklerinin üzerine zırhlarını da giymeyi unutmamıştı. Vakit öyle bir vakitti ki. Ne zaman ne olacağı belli değildi. Temkinli olmak gerekirdi.
Toras, çadırın girişi önünde biraz bekledi önce. Derince nefes aldı ve kapıyı açar açmaz karşısındaki adamın boynuna ellerini doladı. Şiddetli bir ses tonuyla: "Kimsin sen? Daha önceden seni tanımıyorum. Ursula mı gönderdi seni? Çabuk konuş yoksa gırtlağını deşerim!" dedi. Karşısındaki adam, bu stresli ortamdan ötürü terlemişti. Kendi ellerini, Toras'ın elleri üzerine koydu. "Ben kötü biri değilim. Senin savaşına destek vermek için buradayım." dedi. Toras, adamın gözlerine uzunca baktı. Şimdiye kadar karakter analizinde hiç başarısız olmamıştı. Bu adamın sözlerine güvenmişti. Yavaşça ellerini indirmeye başladı. Hançerini belindeki kınına koyarak: "Kim olduğunu anlat bana. Ne işin var buralarda?" dedi. Adam, Toras'ın ellerini çekmesiyle sakinleşmişti. Sözlerine şöyle başladı:
"Benim adım Galbanum. Kaski Denizi'nin doğusundaki Büyük Orman mevkisinden geliyorum. Daha doğrusu geliyoruz. Çünkü benim bir ikiz kardeşim var. En son, etraftan çalı çırpı aramaya gitmişti. O da yine seninle omuz omuza savaşmak için geldi bunca yolu."
Toras'ın kafası allak bullak olmuştu. Yolculuğunda yaşadığı onca garip olaydan sonra anlam veremediği bir durumla daha karşı karşıya kalmıştı.
"Peki siz devleri geçip nasıl yanıma kadar gelebildiniz?" dedi ve içinden: "Ah Dokko! Devlerin birçok konuda beceriksiz olduğunu duymuştum ama inanmamıştım. Demek ki haklılarmış. Daha bir karargah nöbeti bile tutamıyorlar." Toras'ın içinden söylediği sözleri Galbanum net duyamadığı için anlamamıştı. Söze girerek:
"Şimdi şöyle oldu komutan. Senin ordundaki devler baya bir uykucu. Biz geldiğimizde hepsi bir tümseğin üzerinde sızıp kalmıştı. Sabah uyandıklarında bizi görmediler bile. Umarım Sehelhatum'u düşman zannedip ona zarar vermezler. Böyle kötü huyları yok değil mi? Yani tanımadıkları birini direk öldürmek gibi."
"Devlerin ne zaman ne yapacaklarını öngörmek en bilge insanların bile sezemeyeceği bir konudur. Sehelhatum diye bir isim telaffuz ettin. Bu bahsettiğin kişi, ikiz kardeşin olan mı?" dedi Toras.
"Evet." dedi Galbanum. Onu çok seveceksin. Benden daha eğlenceli bir tiptir. Kardeşim diye demiyorum çok sevecendir."
Toras'ın yüzünde hafif bir gülümseme oluştu. Az sonra uzaktan "İmdat!" sesi gelmeye başladı. Galbanum heyecana kapılıp: "Eyvah, kardeşim!" diyerek koşmaya başladı. Toras ardından: "Dur, nereye gidiyorsun?" dese de Galbanum dinlemedi. İkili, 15-20 dakika kadar birlikte koştuktan sonra aniden durdular. Karşılarında, devler tarafından yakalanmış Sehelhatum duruyordu. İki dev tarafından omuzlarından baskı yapılarak bir tahta kütüğüne kafası yatırılmıştı. Hemen yanı başında elindeki balyoz ile Dokko duruyordu ve balyozunu o an Sehelhatum'un başına indirmek üzereydi. Galbanum korkuyla karışık Toras'a dönerek: "Lütfen söyle onlara kardeşimi bıraksınlar. O da benim gibi size yardıma geldi sadece. Tek suçumuz kampınıza gizlice girmek. Nolur affedin. İsterseniz gideriz yeter ki kardeşime zarar vermeyin." dedi. Toras hemen Dokko'ya seslendi: "Bırak onu Dokko! Bunlar kötü insanlar değil. Sadece sizin nöbet zaafınızdan yararlanıp bilgi vermeden girmişler kampa." Sözleri sitem doluydu Triyanonlunun. Dokko hatasını anlayınca dev lisanında diğer ırktaşlarına emir verdi ve böylece Sehelhatum ölmekten son anda kurtuldu. Galbanum hemen gidip kardeşine koştu. Sıkıca sarıldıktan sonra onu Toras'ın yanına getirdi. Kardeşine dönerek şöyle dedi:
"Toras sandığımız gibi mert bir lidermiş kardeşim. Bunca yolu boşuna gelmemişiz. Onunla muharebe sahasında savaşmak için can atıyorum." Sehelhatum elini Toras'a uzattı ve ikisi tokalaştı. "Benim adım Sehelhatum. Kardeşimle Büyük Orman'ın güneyinden geliyoruz. Seninle tanışmak bizim için büyük onur komutan!" Toras bu otuzlu yaşlarda görünen ikiz kardeşe halen tam anlamıyla güvenmiyordu. İçini kemiren bazı sorular vardı. Cevap bulması gereken önemli sorular...
Toras; beraberinde gelen yirmi dev ve ikiz kardeşler ile Kasdron'a doğru ilerlemeye devam etti. Uzun zamandır yoldalardı. Güzergahlarında devam ederken, Kara Anberyon'un yaktığı şehirlerin içinden geçtiler. Batıdaki Ekselon halkının durumu içler acısıydı. Ejderha, Dorteron'u alev ağlarıyla sardığından ötürü neredeyse birçok yerde hayat durmuştu. Bazıları ejderhanın yeniden geriye dönme ihtimalinden dolayı evinden bile çıkmıyordu. Çocuklar ise korku içindeydi. Büyüklerinin yüzündeki korku onları da tedirgin ediyordu.
Kimileri ise daha cesurdu. Şehirde neler olup bittiğini öğrenmek için dışarı çıkıyorlardı. Onlardan bazıları Toras ve beraberinde gelen devlerle de karşılaşmıştı. Kimisi korkup uzaklaşıyor, kimisi ise zalim kralı tahttan indirmek için Toras'ın ekibine elinden geldiğince yardım ediyordu. Bunlardan bir tanesinin adı Barvat'tı. Gönülden isteyerek Toras'a katılmıştı.
Birkaç günlüğüne; Toras ve ekibi, Barvat'ın çiftliğinde kaldı. Toras ve ikizler evin içinde, devler ise bahçede uyuyordu. Bu süre, dinlenmeleri ve güçlerini toplamaları için çok iyi gelmişti. Ama sonra yine yola koyuldular. Çünkü varılması gereken bir kale vardı ve süre gittikçe daralıyordu.
Çiftlik evinden ayrılacakları gün Toras ve Barvat arasında şu konuşma geçti: ''Beni de yanınıza alın!'' dedi köylü. Toras: ''Ben bir umut için Kasdron'a gitmiyorum. Ölmek amacıyla gidiyorum. Peşimden gelen devler zaten bana savaşmak için yeterli. Hem senin ailen falan yok mu?'' dedi. Barvat'ın yüzü düştü:
''Hayır. Eşim iki sene önce öldü. Bir tane oğlum vardı, yalnızca on yaşında. Askerler onu alıp zorla götürdüler. Onun da savaşması gerekiyormuş! Bir çocuk o sadece, neyin savaşını verecek? O günden beri oğlumdan hiçbir haber alamadım.''
Adamın gözünden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Toras merhametle elini Barvat'ın omzuna koydu. ''Peki öyle olsun. Belki seni iyi bir geleceğe götürmüyorum ama bu sözler üzerine geride kalmana müsaade edemem. Gidelim!'' dedi.
Devler aniden ayağa kalktı. Birkaç gündür geç uyandıklarından, kendilerine gelmeleri de gecikti. Koca elleriyle gözlerini ovuşturdular. Bir tanesi Dokko'ya: ''Gidiyor muyuz?'' diye sordu. Dokko: ''Evet. Ama önce bir kendinize gelin. Bu halde Kasdron'a girerseniz, kimse gözünüzün yaşına bakmaz.'' dedi.
Barvat devlerin konuşmasını şaşkınlıkla izliyordu. Daha önce böyle canlılara sadece okuduğu kitaplarda şahit olmuştu. Otonas'a senelerce Kayıp Diyarlar'dan devler getirilmiş fakat yolları hiçbir zaman Barvat'ın köyünden geçmemişti. İkizler ise devlerin varlığını yadırgamamıştı. Onlar, böyle yaratıklara alışıktı.
Günler ilerliyordu. Takvimler Kasım ayını gösteriyor ve havalar soğuyordu. Yirmi dört kişilik birlik ise tüm zorlu şartlara rağmen yolculuklarına devam ediyordu. Hepsinin kendince savaşmak için sebepleri vardı ve kimse Toras'ın sözünden çıkmıyordu.
Kasdron'a yaklaştıkları süre zarfında bir ara Toras, geçmişini ve aslında kim olduğunu anlattı diğerlerine. Birlik, bunu dinleyince Toras'a karşı sevgi ve saygıları daha çok perçinleşti. Şimdi ise Kasdron üçüncü bir yerden daha kuşatılacaktı. Bu cephenin adı Batı Cephesi'ydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ON HANEDAN
FantasyON HANEDAN On Hanedan, bir Türk fantastik kurgu romanı. Yerli yazarlarımızın ısrarla uzak durduğu bu tür, aslında okuyucuyu daima diğerlerine göre daha çok cezbetmiş ve merak uyandırmıştır. Kitap uyarlaması fantastik filmlerin aldığı ilgi ve teveccü...