Takvimler 1226 yılının Şubat ayını gösteriyordu. Seneler önce, üç kişi çıktıkları Geniş Düzlük yolculuğundan geriye artık sadece Löfer kalmıştı. Annesi iki yıl önce, Pantir ise geçen yılın sonbaharında ölmüştü. Bir de Moras yoktu artık. O gideli tam beş yıl olmuştu. Ne çabuk geçmişti bu beş yıl. İçinde hala sonbahar yaprakları uçuşuyordu Löfer'in. Hiç bu kadar yalnız hissetmemişti kendini. Annesini ve babasını köyde warg saldırıları altında bırakırken bile. Hatta kardeşini eşkıyalar tarafından kaybettiğinde dahi. Hava sıcaktı ama Löfer üşüyordu. İçini ısıtan tek şey ise intikam ateşiydi. Neden diye soruyordu kendine, neden? Moras gibi bir karakteri nasıl öldürebilirlerdi? İçinden şunları düşündü: ''Beni öldürseydiler keşke. Ben çocukluğumdan beri geveze ve işe yaramazın tekiydim zaten. Ama Moras öyle değildi. O, her zaman insanların en iyisiydi. Neden Moras'a kıydılar. Onun şu hayatta ne suçu vardı ki!'' Derin bir iç çekti sonra. Yutkunarak boğazını temizledi. Gözlerini kaldırdı ve Sadiser'e baktı. Löfer'in geride sadece iki bin askeri kalmıştı.
Malyen'in güneyinde bu olaylar yaşanırken doğuda da farklı gelişmeler cereyan ediyordu. Geçen senelerde Andoritler'inde yardımıyla Triyanonlar, Dalk'tan Ekselonları temizlemişti. Bu direnişin başındaki kişi elbette Tulkas'tı. Dalk'ın çevre köylerinden, Geniş Düzlük'ten, Büyük Orman'ın etrafından, Gri Liman çevresinden kısacası Löfer'in geride bıraktığı ne kadar vatansever varsa Tulkas'ın komutasında toplanmıştı.
Ekselonlar'ın Dalk'ta fazla birliği yoktu. Buraya filler, ağır zırhlılar veya devleri de getirmemişlerdi. Büyük birlikler daha çok kuzeydeki Güven Toprakları'nda konuşlandırılmıştı. Ursula herhangi bir pusu ihtimaline karşı askerlerinin Dalk'ın içine fazla girmesini istememişti. Dalk arazisi Ekselon komutanlarının iyi bildikleri bir yer değildi. Burada kendilerini herhangi bir saldırıya karşı yeterince savunamazlardı. O yüzden Dalk'ta yalnızca iki yüz piyade ve elli süvari birliği bırakılmıştı.
Tulkas, Triyanon yerlileri sayesinde Ekselonların konumlarını ve pusu atılabilecek en iyi noktaları belirledikten sonra bir gece baskını yaparak tüm işgalcileri öldürttü. Bu haber haftalar sonra Ursula'nın kulağına gitti. Acilen komutanları ile toplanma kararı aldı kral. Ekselonlu generallerden biri Kasdron'daki olağanüstü toplantı da fikirlerini beyan etti: ''Kralım. Sizin fikirlerinizi sorgulamak hiçbirimizin haddine değildir. Ama izin verirseniz naçizane düşüncemi size söylemek istiyorum.'' Söyle bakalım seni dinliyorum, dedi Ursula. General devam etti:
''Kralım, Andorit ve Triyanonlar artık çizmeyi aştı. Emrimde ağır birlikler var. İsterseniz üç-dört ay içinde onları Teno Gölü'nden geçirip Dalk'a girebiliriz. Doğu hanedanlarının bize karşı koyacak güçleri yok. En önemli adamları şuan Quatra'yı kuşatmakla meşgul. Peşinden bir sürü asker getirmiş. Yani orası şuan savunmasız. Ben Dalk'a zırhlı askerlerimle girersem tüm korkak Triyanonlular çil yavrusu gibi kaçışır. General Yushta'nın devleri de bize destek verecektir. Yushta şuan Ceks Çayırlığı'ndaki karakolda. Benim emrimi bekliyor.''
Ursula son cümleye çok sinirlenmişti. ''Demek Yushta senin emrini bekliyor ha? Peki sen kimsin general? Ne zamandan beri generaller kendi aralarında savaş çıkarır olmuş? Görüyorum ki sen kendini benim yerime koymuşsun. Belki de uzun zamandır gözün tahtımdaydı.''
General korkmuştu. ''Hayır kralım olur mu öyle şey. Yushta benim yakın arkadaşımdır. Ben sadece...''
''Sen sadece yanlış yaptın general. Hem de Malyen'de yanlış yapılacak en son kişiye! O Yushta da bunun bedelini ödeyecek elbette. Muhafızlar bunu alın ve zindana atın. Yarın kellesini tüm generallerin gözleri önünde vuracaksınız. Yushta'yı da çabuk gidin ve yakalayın. Eğer elinizden kaçırırsanız sakın Otonas'a geri dönmeyin. Dönerseniz size en ağır işkenceleri uygularım. Dalk'a gidin ve savaşıp geberin. Belki bir işe yaramış olursunuz. Anladınız mı beni?''
Askerler: ''Evet kralım!'' der demez ikisi generalin koluna girip sürüklemeye başladı. General korkudan ses telleri kesilircesine bağırıyordu: ''Bırakın beni! Kralım lütfen kralım. Ben size ömrüm boyunca hizmet ettim. Acıyın bana lütfen.'' Ama bu sözleri dikkate alan kimse yoktu. Ursula arkasından iş yapılmasını kesinlikle affetmezdi. Daha önceden karısını yalnızca izinsiz Kasdron'dan çıktığı için elleriyle boğarak öldüren biriydi o. Merhamet, onun için üç heceden oluşan bir sözcükten fazlasını ifade etmiyordu.
Yushta'da kısa süre içinde askerler tarafından yakalanıp Kasdron'a getirildi. Onu ise yine bizzat Ursula'nın talimatıyla warg kafesine attılar. Yushta'nın kafese girmeden önce son sözleri şunlar oldu: ''Zannetme ki sonsuz hayat yaşayacaksın yüce kral. Yaptığın eziyetleri sende yaşamadan ölmeyesin. Ve umarım ki ölümün çok güvendiğin birinin elinden olur.''
Dalk'ın huzura kavuşmasıyla birlikte Moras'ın naaşı kendi vatanına gömüldü. Pantir, beş sene önce Moras'ın cesedini Kaski Denizi'nde bulmuştu. Çünkü Nauselom Moras'ı öldürdükten sonra cesedinin oraya atılmasını emretmişti. Bu aynı zamanda bir mesajdı. Doğu halklarına göre herkes öldüğünde toprağa gömülmeyi hak etmezdi. Nauselom'a göre Moras'ta toprakta huzur içinde uyumayı hak etmemişti. Ama Malyen'de yaşayan insanlar arasında onun gibi düşünen kişi sayısı yok denecek kadar azdı.
Pantir, Moras'ın naaşını alıp Andorit askerlerine götürmüştü. Cenazede herkes üzüntüden perişan haldeydi. Gblot bile ağlamaktan başını kaldıramadı. Tulkas ise oğlu gibi sevdiği bu genç için dik durmaya çalışmıştı.
Eskiden zorla çıkarıldığı vatanına artık cesedi dönmüştü Moras'ın. Löfer bunları düşündükçe delirecek gibi oluyordu. Ama bir ses onu uyandırdı. Hazor gemilerinden mancınıklarla ateş açılıyordu. Löfer, gemi kaptanına karşılık verilmesini söyledi. Yelkenler açıldı ve tüm gemiler Hazor gemilerine yağ ve aleve bulanmış güllelerle saldırmaya başladı. Savaş akşama kadar devam etti. Saldırılardaki kayıpları ve düşmanın durumunu görmek imkansızdı. Zifiri karanlık Sadiser Denizi'nin üstünü tüm görkemiyle kaplamıştı.
Sabah olduğunda saldırının sonuçları ortaya çıkıyordu. Löfer, gemilerinin birçoğunu kaybetmişti. Fakat Nauselom'un gemileri de geri çekilmişti. Bu taarruz sadece göz korkutmak içindi belli ki.
Löfer, zafer zamanının gelmediğini anladı. Orduya Tores Dağları'na geri çekilmesi emrini verdi. Mürettebat, küreklere asılmaya başlamıştı. Löfer bir yandan Sadiser'in o eşsiz büyüklüğünü seyrediyor bir yandan da vicdan azabı çekiyordu. Çocukluk dostunun intikamını alamadan geri dönüyordu çünkü. İçinden şu sözleri geçirdi: ''Biricik dostum Moras. Yapamadım. Senin kadar güçlü olamadım hiçbir zaman. Komutan oldum işte ama yine de aciz hissediyorum. Sensiz hep bir tarafım eksik arkadaşım.'' dedi ve durdu. Yüzünde öfke belirmeye başlamıştı. ''Ama başaracağım. Evet, bugün değilse de o aşağılık Nauselom'un cesedini mezarına kadar getirip bak ben sözümü tuttum dostum diyeceğim sana."
Löfer şimdi kendinden emin, vakur bir hale bürünmüştü. Kaptan heyecanlı bir sesle bağırdı: ''İşte Tores göründü. İşte!'' Askerler heyecanla küreklere asılmaya başladı.
Bu arada Quatra'da durumlar karışmıştı. Hazor'un üst düzey komutanları Nauselom'a tepkiliydi. Çünkü Hazor geleneklerine göre Quatra'yı kuşatan bir ordunun komutanına karşı kendi kralları meydan okumalıydı. Nauselom, Quatra'nın kralı olarak girdiği iki savaşta da bunu yapmış ve kumandanları haklamıştı. Ama bu sefer farklıydı. Sanki içinden bir ses -Hayır bu sefer gitmemelisin- diyordu.
Nauselom Löfer'i daha önce hiç görmemişti ve onun hakkında bir bilgiye sahip de değildi. Ama yaptığı kötülüklerden ötürü korkmaya başlamıştı. Öyle yaralar açmıştı ki insanların içinde, artık karşılaşacağı öfke dolu gözlerden korkuyordu. Korktuğu bir şey daha vardı. O da Ursula'ydı ve onun ordusunun Quatra'ya gelmesine çok az bir zaman kalmıştı. Ekselonlar 1 ay önce yola çıkmış ve bunun haberi Nauselom'a çoktan yetişmişti...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ON HANEDAN
FantasyON HANEDAN On Hanedan, bir Türk fantastik kurgu romanı. Yerli yazarlarımızın ısrarla uzak durduğu bu tür, aslında okuyucuyu daima diğerlerine göre daha çok cezbetmiş ve merak uyandırmıştır. Kitap uyarlaması fantastik filmlerin aldığı ilgi ve teveccü...