Güney cephesindeki Andorit ve Boselyon askerlerinin ümidi günden güne azalıyordu. Çünkü aylardır muhasara altına alınan Washen Kapısı düşürülememişti. Aralarında hala umudu olan tek kişi vardı. O da Tulkas'tı. Ama bu yaşlı kral da sürekli düşüncelere dalıyordu. Sonucu değiştirebilecek herhangi bir şeye ihtiyacı vardı. Bu zamana kadar olandan daha farklı bir şey. Çünkü Doğu halklarının yöntemleri işe yaramamıştı. Ve Averreos da adım adım Washen'e gelmekteydi.
"Olmuyor, olmuyor, olmuyor!" diye bağırdı Andoritli bir asker. "Başaramayacağız. Hiçbir zaman kapıyı yıkamayacağız. Kabul edelim yenildik! Kurduğumuz onca hayal çöp olup gitti. Aylardır boşuna uğraşıyoruz. Yüzlerce insanımız öldü. Bizde ölüp gideceğiz bu topraklarda." diyerek devam etti sonra. Askerin hali, aşırı telaşlı ve korku doluydu. Yüzünden damla damla ter akıyordu. Günlerdir gözleri önünde okçular tarafından öldürülen omuz omuza çarpıştığı Doğulu arkadaşlarının getirdiği hüzün, artık doruk yapmıştı. Onu zapt etmek başka bir Andoritliye, bizzat onunla aynı üniformayı giymiş öz be öz aynı anneden babadan olan kardeşine düşmüştü. Omuzlarından sıkıca tutup onu yere çömeltti. "Her şey geçecek. Beni dinle kardeşim! Buraya ölmek için gelmedik biz. Ailemize söz verdik değil mi? Malyen'de acı çeken tüm Doğulu mazlumların öcünü almak için kat ettik yolları. Onların çığlığını Otonas'a kadar duyurmak için geldik. Bırakma kendini! Şimdi düşme zamanı değil. Eninde sonunda aşacağız bu zorlukları."
Yerde oturan ve psikolojisi adeta yerle yeksan olan asker, kardeşine dönerek: "Nasıl ha nasıl? Olmuyor anlasana. Otonas'a gideceğiz diyorsun. Elimizde bunu başaracak bir yol yok. Asla da olmadı." diye haykırdı. Etraf sessizliğe büründü aniden. Herkes toz ve dumanın karıştığı gökyüzüne bakar halde buldu kendini. Akıllar karışıktı. Washen Kapısı, aylardır muhasara edilmesine rağmen geçilememişti. Etrafta yüzlerce askerin cansız bedeni kokmaya başlamıştı. Günlerdir yapılan çarpışmaların şiddetinden dolayı naaşları gömmeye dahi fırsat yoktu. Ayrıca tek sorun koku değildi. Ölülerden yayılan hastalıklar da artık tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. O an da yavaş adımlarla meydana yaklaşan kralın sureti belirdi. Bu Tulkas'tı. Söylenenleri duymuştu. Tavırları sakindi. Askerlerini anlıyordu. Bu yüzdendir ki kimseye bağırıp çağırmadı. Önce yutkunarak boğazını temizledi. Sonra o etkileyici sesiyle hitap etti: "Sizin içinizde yanan alev, bilin ki benim içimdekinden farklı değildir. Burada yatanlar sizin arkadaşınız, aileniz, sevdikleriniz ise benimde evladım, askerim, canparelerimdir. Hepimiz aynı duyguları paylaşıyoruz. Ben, ülkemin kralı olsam da savaş meydanında halkımın bir askeriyim. Günlerdir karanlık rüyalar görüyorum ama ilerleyen zamanlarda bir aydınlık gelecek buna inanıyorum. Bugün ilk iş olarak ölülerimizi gömelim. Düşmanımız anlayış gösterecektir ki onlar da zaten günlerdir yorgun düştüler. Yarın ise eminim ki farklı olacak. Sabredin yiğitlerim. Daha Andoritin yapacakları bitmedi. Bu kadar kolay pes etmeyeceğiz. Elimizde yeterli imkan olmayabilir ama şu da bir gerçek ki mevcut olanı şu ana kadar meydana yansıtmadık. Onlara Doğuluların kolay kolay teslim olmayacağını gösterelim."
Kralın nidaları askerleri çok etkilemişti. Hepsi pür dikkat konuşmayı sonuna kadar dinledi. Liderlerinin bizzat onlarla birlikte çarpışması, Andoritli askerler için bulunmaz bir onurdu. Sadece bu onuru korumak dahi ölesiye savaşmayı gerektirirdi. O gün, bulanık beyinlerin berraklığa kavuşma günüydü. Savaş meydanında ölen askerler büyük çukurlar açılarak gömüldü. Artık geçmişi hatırlamak yoktu. Hiçbir şey daha bitmemişti.
Bir sabah telaşla uyandı çadırının içinde Tulkas. ''Buldum!'' dedi. Bekçiye derhal Boselyon komutanının, yanına gelmesini istediğini söyledi. Erken saatlerde çarpışmaya başlayan komutanın yüzü gözü toprak içindeydi. ''Buyrun kralım. Beni çağırmışsınız.'' Kral heyecan içindeydi.
''Beni çok iyi dinle kumandan. Uzun zamandır yerimizde sayıyoruz. Çok iyi farkındayım ki ordunun ümidi neredeyse bitme haddine geldi. Ama senden son bir şey istiyorum. Git ve orduyu şevke getir. De ki kral Tulkas, bizi bu bataklıktan çıkarma yolunu buldu.'' Kumandan nasıl diye sordu.
''Günlerdir Washen Kapısı'nda dikkatimi çeken bir nokta olmuştu. Ama nasıl olur da planımı uygularım diye kendi kendime soruyordum. Sonunda buldum. Kapıyı gövdesinden zorlayarak ilerleme kat edemiyoruz. Çünkü elimizde yeterince mühimmat yok. Fakat atladığımız bir şey var. Kapı menteşelerindeki her zincir halkasının büyüklüğü bir gergedanın boynuz genişliğinden daha fazla. Diyeceğim o ki tüm orduyla son kez kapıyı zorlayacağız. Elimizde kalan gergedanlar da bu esnada kapıya yaklaşacak ve boynuzlarını zincir halkalarına geçirecek. Geriye doğru koşarak zincirleri parçalayacak. Menteşeler zayıflayınca ise mancınıklarımızla kapıyı kıracağız.'' Asker bu dahice ve Malyen tarihinde cenk meydanlarında görülmemiş planı duyar duymaz: ''Emredersiniz kralım. Hemen hazırlıklara başlıyoruz!'' dedi.
Tulkas'ın içi içine sığmıyordu. Belki de bu son şansı olacaktı ve bunu çok iyi değerlendirmeliydi. Boselyonlu kumandan hemen gergedanların olduğu mevkiye doğru at sürdü. Bu cüsseli hayvanlar savaş meydanından 3 kilometre ötede geniş bir alanda tutuluyordu. Çünkü eğer surlara plansızca yaklaşırlarsa düşman bunu fark edecek ve onları avlamak için elinden gelen her şeyi yapacaktı. Kumandan, gergedanların bekçisine: "Hayvanları hazırla! Surlara saldıracaklar." dedi. Bekçi durumdan memnun değildi. Hayvanların hepsi ona emanetti ve beyhude yere ölüp gitmeleri, hiç istemeyeceği bir durumdu. Şöyle konuştu: "Günlerdir başaramadığınızı şimdi gergedanların yapmasını mı bekliyorsunuz? Bu hayvanların ne kadar kıymetli olduğunu siz de biliyorsunuz komutan. Onları bırakamam. Zaten yarın hepsini geri getirmek için yola koyulacaktım ben."
Komutan çılgına döndü: "Ne saçmalıyorsun sen ha? Haddini bil bekçi! Tüm doğulu halkların geleceği bu savaşa bağlı. Sen ise halen para kazanma derdindesin. Eğer savaşı kaybedersek senin o kazanacağın paraları harcayabileceğin bir yer olacak mı sanıyorsun? Bizi burada yenen Batılı toplumlar, Washen de kalıp geri kalanlarımızın toparlanmasını mı bekleyecekler zannediyorsun? Hepimiz için geri gelecekler ve Andoritleri de Boselyonları da yeryüzünden silip atacaklar. Sen nereye kaçacaksın söyle! Kara Ormanlar'a gidip eski çağlarda ölmüş insanların mezarları arasında mı yaşayacaksın? Kes sesini! Kral Tulkas'ın kesin emri var. Hepsini çitlerin dışarısına çıkar. Hemen!
Doğu ordularında ki gelişmelere karşı Batı tarafında da hareketlilik yaşanıyordu. Artık Averreos ve adamları, Washen girişine ulaşmıştı. Averreos ayağının tozu ile gelip Vonnili askerlerden birine: ''Hangisi Tulkas, göster bana!'' dedi. Asker parmağıyla Andorit kralını işaret etti.
Bu sırada doğu halkları saldırıya geçmeye başladı. Ordu tüm gücüyle kapının önüne doğru akın ediyordu. Boselyon ve Andoritler sanki aynı milletin insanı gibi omuz omuza yürüyorlardı ölüme. Gergedanlar ise az sonra süratle görevlerini yapmak için koştular kapı önüne. İki büyük hayvan boynuzlarını zincirlere sokarak çekmeye başladılar. Kalenin üzerinde bulunan okçular, gergedanları nişan alıyor ama hayvanların niyetlerini anlamadıkları için daha çok askerlere saldırıyorlardı.
Kapının önüne hücum edenler arasında Tulkas'ta vardı. Averreos onu gördü. Omzuna asılı olan yayını eline aldı. Kasdron'dan bu an için özel bir zehir getirmişti. Şişeyi okun ucuna boca etti. Üç dakika kadar nişan aldı ve oku fırlattı. Ok ustalıkla Tulkas'ın tam kalbine saplandı. Yaşlı kral olduğu yere çöküp kaldı. Averreos görevini yaptığını fark edince: ''Burada işimiz bitti, gidiyoruz.'' diye bağırdı şövalyelere. Gece oluyordu. Ama ışıklar yeryüzünün değil de sanki doğu halklarına ait umutların üzerinden çekilmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ON HANEDAN
FantasyON HANEDAN On Hanedan, bir Türk fantastik kurgu romanı. Yerli yazarlarımızın ısrarla uzak durduğu bu tür, aslında okuyucuyu daima diğerlerine göre daha çok cezbetmiş ve merak uyandırmıştır. Kitap uyarlaması fantastik filmlerin aldığı ilgi ve teveccü...