Yapılan hiçbir şey Hazorluların sayısal üstünlüğünü kırmaya yetmiyordu. Hala otuz bin Hazor askeri canla başla saldırıyordu. Sanki işgalci değil de mağdur olan onlar gibiydi. Sanki ezilen, köylerindeki kadın çocuk denilmeden katledilen insanlar Hazorluydu. Seneler önce Rauros, Quatra'ya girdiğinde her ne kadar kendi istemese de ordusunda bulunan bazı zalim yuraklılar çevredeki köylere saldırmış ve masum insanları öldürmüştü. Ama bugün ki katliam ihmalden öte tüm Hazorluların ideolojik fikrinin sonucuydu. Onlar intikam için gelmişti bu topraklara. Kan dökmek istiyorlardı. Kana susamışlardı. İnsanoğlunun asırlarca yaşadığı intikam duygusu aklını başından almış, yanlış adımlar atmasına sebep olmuştur. İşte Hazorlular o adımların en büyüklerinden birini atıyordu şuan.
Savaş başlayalı yirmi üç gün olmuştu. Kalenin içindeki erzaklar artık yuraklara kafi gelmiyordu. Bazı yuraklar açlıktan ölmüştü. Bazıları etrafta ne bulursa yemeye başlamıştı. Kalenin içindeki cesetler, sağlık için büyük tehlike saçıyordu. Onları artık gömecek yer kalmamıştı. Savaşın yoğunluğundan ötürü de zaten bu çok zordu. O yüzden en son çareye başvurdular. Malyen'de yalnızca Corkis'in güneyindeki cahil köylülerin yaptığı gibi cesetleri toplu şekilde yaktılar. Ama arada bir fark vardı. Onlar bunu cahillikten yapmadı. Yuraklar buna mecburdu. Yaktıkları ateşler için binlerce odun kullandılar. Göğe yükselen ateş, acizliğin göstergesiydi. Tarihte kimse yurakları bu yaptıklarından ötürü kınamadı, hor görmedi. Herkes güneyli Boselyonları suçladı cesetlerini yaktıkları için. Babalar, cahil insanları anlatırken çocuklarına hep güneyli Boselyonları örnek verdi.
Hazorlar iyice kalenin iç taraflarına doğru girmişlerdi. Alevli koridorda on bin askerini kaybeden işgalciler başka bir noktadan açtıkları delik istikametinde ilerliyordu. Kale kapısında Hazorlu askerlerin hakimiyeti vardı. Askerler öldükçe dışarıdan takviye yapılıyor böylece yuraklara karşı üstünlüklerini koruyorlardı. Occoday artık çaresiz kalmıştı. Ona kalsa ölüme dek savaşabilirdi. Ama o bir kraldı ve halkının geleceği onun elindeydi. Eğer şimdi savaşıp ölürse Hazorlular geri kalan herkesi kılıçtan geçirecekti. Fakat bir sulh anlaşması ile belki halkına dokunulmaması karşılığında ülkeyi teslim edebilirdi. Gerçi batı halkına nasıl güven olurdu ki? Hangi verdikleri sözde durmuşlardı ki? Tamam belki Quatra halkı tam anlamıyla batılı sayılmazdı. Onların konumu, diğer altı hanedana göre farklıydı. Hazorlar Malyen'de deniz ortasında yani ada devletinde yaşayan tek insan hanedanıydı. Ayrıca diğer hanedanlara göre bağımsız bir konuma sahiptiler. Yine de akıllarından ve kalplerinden batı ideolojisini söküp atmak hiç de kolay değildi. Ve yine insanın beynindeki fikirleri değişmediği sürece nerede olduğunun önemi yoktu.
Occoday'ın bulunduğu yer, başkent kalesinin en güney noktasıydı. Savaşarak geri çekiliyordu yuraklar ve artık kuzeyde adamları kalmamıştı. Kalenin hemen arkasında bulunan kapı, yurak köylerine açılıyordu. Gürültüler duymaya başladı Occoday. Ama bu sesler Hazorlu askerlerden değil, güney kapısının ardından geliyordu. Kapının dışındaki yuraklar: ''Açın kapıları, bizlerde savaşacağız. Kralım, sizin yanınızda savaşmak istiyoruz. Emir verin açsınlar kapıları.'' diye bağırıyorlardı. Occoday sesler karşısında afalladı önce. Saatlerdir savaşıyordu yurak kralı. Oldukça bitkin düşmüştü. Dakikalar sonra toparlanıp kendine geldi ve gardiyanlara emir verdi: ''Açın kapıları!''
Kapılar bu emirle birlikte açılmaya başladı. Yavaşça aralanan görüntünün arasından umutla bakan, samimi, sıcak ve korkusuz gözleri seçmek çok kolaydı. Tamamıyla açıldığında ise Occoday şaşkınlığını gizleyemedi. Onca ses gürültü, yuraklı köylülere aitmiş meğer. Eline kazma, kürek, tırpan ne bulduysa geçiren binlerce köylü güney kapısının önünde bekliyordu. Occoday, umutsuz halde karşılarına çıkıp bağırmaya başladı.
''Değerli yurak milleti. Her şeyin sonu geldi artık. Mücadele edecek askerimiz kalmadı. Bu doğrultuda sizin canlarınıza zarar gelmemesi için ülkeyi teslim etmeye karar verdim. İsteğinizi anlıyorum ve hak da veriyorum. Hepiniz vatanını milletini seven yuraklarsınız. Sizlere kısa süreli olsa da liderlik yapmak benim için en büyük onur kaynağıdır. Ama bugün, geleneklerimizin aksini yapma vakti. Çünkü sizleri feda edemem. Ben babam Rauros'a bir söz verdim. Halkımı koruyacağıma dair bir söz...''
Köylü galeyana gelmişti. Bir tanesi çıkıp diğerlerinin sözcülüğünü yaptı. ''Kralım, askerimiz kalmadı da ne demek? Bizler ne güne duruyoruz. Babanıza verdiğiniz sözlerden haberdarız. Kusura bakmayın efendim ama siz teslim olarak babanıza verdiğiniz söze ihanet etmiş olursunuz. Bizi korumak istiyorsanız teslim olmayın. Çünkü bugün, biz kılıç bırakırsak o bozguncu güruhu bize yaşam hakkı tanımayacak zaten. Ölene dek boynumuzda esaret tasması ile yaşayacağız. Hayır! Yuraklar esir olmaz. Yuraklar ölür ama teslim olmaz. Eğer bugün kapımıza gelen zorbalara teslim olursak verdiğimiz onca mücadelenin ne anlamı kalır? Soruyorum sizlere büyük kralım bana cevap veriniz. Bu topraklar bize atamız Odhomelis'in yadigarıdır. Nasıl vazgeçeriz toprağımızdan, vatanımızdan? Hatta özgürlüğümüzden nasıl geçeriz kralım?''
Occoday'ın şaşkınlığı ikiye katlanmıştı. Bu sözler onun suratına adeta tokat gibi inmişti. Hangi hanedana ait olduğunu, kimin oğlu olduğunu hatırladı. Babası Rauros kime boyun eğmişti bunca zaman. Onun babası Yüksek Konsey'e girme hakkı kazanıp orada krallar kralı Ursula'ya meydan okumamış mıydı? Tüm insan hanedanlarının kralları önünde yurakların haklarını savunmamış mıydı?
Şimdi Occoday'ın karşısında direnmek için her şeyini ortaya koymuş, azimli bir millet vardı. Bu saatten sonra teslimiyet olamazdı. Güçsüz ve aciz bakışlar yerini artık korkusuz ve inanç dolu bakışlara bırakmıştı. ''O zaman savaşacağız. Atamız Odhomelis'in bizlere hediye ettiği bu topraklara kanlarımızı dökeceğiz. Bizler bugün öleceğiz dostlarım. Ama onlara da yaptıklarının bedelini ödeteceğiz. Kendini Batı'nın uşağı takdim eden, kendi deyimlerinde ki ''insanlık'' ibaresine ters düşüp insanlıktan nasibini almamış düşmanlarla mücadele edeceğiz. Bu savaş belki de Odhomelis'in soyunun son savaşı olacak. Ama mezara dahi dik, boynu yerde değil gururla gireceğiz. Bugün sizin kralınız değilim. Bugün ben sıradan bir yurakım. Sizlerle omuz omuza savaşmaya söz veriyorum. Şimdi hazırlanın. Savaşa!''
Köylü halk, hızla kalenin içerisine girip düşman mevzilerine doğru hücum etmeye başladı. Yurak lisanında naralar havada uçuşuyordu. Önlerinde ise Occoday yürüyordu. Başı dik ve onurlu bir yürüyüştü ama bu seferki. Tozu toprağı birbirine katanlar bu sefer yuraklardı.
Sonunda Hazorlu askerler görünmeye başlamıştı. Hazorlular, üzerilerine inançla yaklaşan orduyu fark ettiler. Önlerinde Cakorton adlı komutanları, elindeki kılıcıyla yurak hatlarına saldırı düzenledi. Kolayca yirmi kadar köylü yurakı alt etti. Sonuçta karşısındakiler eğitimli askerler değildi. Ömrünü tarımla, hayvancılıkla geçirmiş sıradan yuraklardı. Ama Cakorton tecrübeli bir askerdi. Hazor isyanlarında ön saflarda yer almıştı. Occoday, Cakorton'u gözüne kestirdi. Yerde bulduğu mızrağı ona doğru fırlattı. Ama mızrak başka bir Hazorlu askere saplandı. Yuraklar ve Hazorlar iç içe girmiş vaziyette savaşıyordu artık. Occoday kılıcıyla Cakorton'a hamle yaptı. Kalkanıyla önledi bunu Hazorlu ve kıvrak bir hareketle Occoday'ı yere düşürdü. Nefes kadar yakındı ölüm. Cakorton kılıcını kaldırdı ve yurak kralının işini bitirmek için şövalye pozisyonu aldı. Ancak kılıcı saniyeler sonra yere düştü. Çünkü arkasından gelen bir köylü yurak, tırpanla Cakorton'un kafasını koparmıştı. Gülümsedi ve yerdeki kralına elini uzattı kahraman köylü. Occoday ayağa kalktığında ise her şey değişecekti. En güçlü komutanlarını yitiren Hazorlar, yirmi beşinci günün şafağında denize dökülecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ON HANEDAN
FantasíaON HANEDAN On Hanedan, bir Türk fantastik kurgu romanı. Yerli yazarlarımızın ısrarla uzak durduğu bu tür, aslında okuyucuyu daima diğerlerine göre daha çok cezbetmiş ve merak uyandırmıştır. Kitap uyarlaması fantastik filmlerin aldığı ilgi ve teveccü...