Deborah Williams bahar mevsiminin tanıdık nazik esintileri dalgalı saçlarını hareket ettirirken karşısında oturup yüzünü güldüren güneşinin içini ısıttığını hissetti.
Owen Atkins. İlişkilerinin üzerinden aylar geçmesine rağmen hala sevgilim demeye alışamadığı sevgilisi.
Baharın gelişiyle gevşeyen disiplinden yararlanarak giyim kurallarını yıkan Hogwarts öğrencilerinin aksine Owen her zamanki gibi tepeden tırnağa kuralları taşıyan bir tabela gibi geziniyordu okulda. Saçları doğal biçimde taranmış yine de şekillendirilmişti, Ravenclaw kravatı yine düzgünce ütülenmişti, pantolonu gömleğini içine almış, ayakkabıları güzelce boyanmıştı.
Deborah çocuğun pantolonuna işaret etti. "Çimenler pantolonunun ütüsünü bozacak, kalkıp başka bir yere oturabiliriz aslında."
Owen kravatını gevşeterek ayakkabılarını çıkardı. Kafasını, Deborah'ın kucağına yerleştirdikten sonra kızın saçlarının uçlarıyla oynamaya başladı. "Deb, sıçayım ütülerime! Temiz hava, toprak, gün ışığı senin yüzünü gülümsetip seni mutlu ediyorsa ben çamurda da otururum."
Deborah gülerken ellerini Owen'ın saçlarına daldırdı. "Ben iyiyim hatta durum değerlendirmesi yapacak olursak, herkes bana kırılmak üzere olan bir cam bebekmişim gibi davranmazsa daha iyi olacağım."
"Sen ve cam bebek mi? Deborah, sen kırılamayacak kadar güçlü bir bebek olduğunu kanıtladın."
Deborah alayla güldü. "Ya ne demezsin!"
"Hayat seni kırmaya çalıştıkça, gökdelenlerden aşağıya fırlattıkça, üzerinde tepindikçe, kollarını ve bacaklarını çekiştirip seni senden çalmak için her şeyi yaptıkça sen hayatın karşısına defalarca, bıkmadan usanmadan çıkıp kırılmayacağını söyledin. Azmin kitaplara konu olmalı, yaşama hevesinin çocuksuluğu seni yenilmez yapıyor. O kadar güçlüsün ki, kader seni kıskanıyor."
"Bu dile getirdiklerin o kadar güzel ki Owen ama tek bir sorun var. Dışarıdan kulağa böylesine güzel ve dayanıklı çizilen bir kadın portresi var, ne yazık ki ben o değilim. Yıpranıyorum, debeleniyorum, ağlıyorum; kısacası ayakta durmak bir yana, gökdelenden itilmeden kendi kendime düşüyorum zaten."
Owen hafifçe güldü. Deborah'ın kendi başarılarını farkında olmaması onu üzmüştü. "Hayır, hayır. Sen anlamıyorsun. Önemli olan yere düşmek, ağlamak, can çekişmek zaten. Önemli olan bunları hissettikten sonra kalkmak. Her şeye rağmen pes etmemek. Gerek insanlardan, gerek anılardan destek almak."
Deborah omuzlarını silkti. Dışarıdan umursamaz görünmeye çalışsa da Owen'ın tane tane dile getirdiği her kelime beynine işlemeye başlamıştı bile. "Haklısın sanırım ya da beynimi yıkıyor ve beni ayakta tutmaya çalışıyorsun. Her ikisine de razıyım. Direnmek, ana kelime bu. Arkadaşlar, aile, duygular... Hepsi kıymetli ama anılar kadar değil. Anılar ne kadar büyüleyici öyle değil mi? Geriye dönüp bakıyorsun hayatının her yeni dönemecinde, geriden geriye sana gülümsüyorlar, seni sen yaptıkları için takındıkları gurur var gülümsemelerinde. Güzel anıların sana el sallamak için öylesine yukarı zıplıyorlar ki kötü olarak nitelendirdiklerin sadece kafalarını uzatabiliyorlar. Onlar da hüzün dolu bir şekilde gülümsüyorlar sana. Seni sen yaptıkları için. Kin tutmaları gerekirken hiç kin tutmuyorlar. Seni en çok geliştirenler oldukları halde en çok aşağılananlar, geriye dönüp bakıldığında görmekten çekindiklerimiz olmalarına rağmen koşulsuz bir bağımlılıkla takipteler devamlı."
"İşte bu Deborah'ım, bu insanın hayatta darbe almadan sahip olabileceği bir vizyon değil. Kendi yaşamının rönesansını yaşıyorsun, farkında mısın?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
A Legend Called The Marauders
Fanfiction🍀 Çapulcu olmak bunu gerektirir. 🍀 Çünkü Çapulculuk herkesin altından kalkabileceği bir görev de değil. 🍀 Çapulculuk sadece dört kişinin, o özel dört kişinin bir arada bulunmasıyla gerçekleşecek bir sihirdi. James Potter, Sirius Black, Remus Lupi...