Janus'un Gözünden
Beş bin beş yüz altmış bir gün... Beş bin yıldan daha fazla bir süredir kardeşimi öldürme nefretiyle tutuşuyordum. Annemin hamile olduğu zamanları saymama gerek var mıydı? O zamanlarda da babamın bana olan ilgisi azalmıştı elbette ama en azından varlığımı ona hatırlatmama gerek kalmadan yanıma gelirdi. Beş bin gün... Onu öldüreli ne kadar oluyordu? Bilmiyordum. Babam benim gözümde beş bin yüz altmış bir gün önce ölmüştü, bedeninin ölmesi ne değiştirirdi ki?
Elimi havaya kaldırdım ve gözümü yakan güneş ışığını engellemeye çalıştım. Her ne kadar engellemeye çalışsam da, parmaklarımın arasından geçmesine izin veriyordum. Yanımda babam yatıyordu. Gerçi şu anda kemikleri bile kalmamış olmalıydı. Yanımda beni doğuran kadının eşinin mezarı duruyordu.
Zaman kaçıncı kez geriye sarılmıştı? Her ne kadar zamanın geriye sarıldığını fark edebilsem de sarılma sayısını fark edebilecek kadar gelişmemiştim henüz. Bazen çizgilerde neler olduğunu da karıştırıyordum ama zamanı geriye saran o çocuk da karıştırıyor olmalıydı. Zaman gibi bir gücü o hak etmiyordu ama şu anda ondan almam çok tehlikeli olurdu. Zaman çok hasar görmüştü. O kadar hasar görmüştü ki, yeni sahibi olabilir miydi ondan bile emin değildim.
Yıllar önceydi. On altı yıl önce...
Babam beni çağırmıştı her zamanki gibi yanına. Normalde de çağırırdı hep. Onunla Gölge konusunda antrenman yapardık, bana Gölgenin yeni sahibi olacağımı söylerdi. Gölgeyi bana vereceğini söylerdi. Elementlerin orijinal sahiplerine verilmemesi durumunda enerjisinin yüzde yüzünü kullanamadığını bilsek de babamda bana karşı bir umut vardı.
Bu umut beni o gün çağırmasıyla beraber sönmüş olmalıydı. Beni yanına çağırmıştı. Annemin sarı saçları yüzünü kapatıyordu, annem ağlıyordu. Ona ne olduğunu sormama fırsat kalmadan babam yanımda diz çöktü. Elini omzuma koydu. "Abi oluyorsun." dedi bana. O an birkaç saniye için çok sevinmiştim. Sonuçta bildiğim şeyleri anlatabileceğim bir kardeşim olacaktı. Arkadaşlarımın kardeşleri vardı, onları çok kıskanırdım. Bu müjdeli haberi onlara vermeyi de düşünmüştüm.
Yüzümde buruk bir gülümseme oluştuğunu hissettim. O gün babam annemin yanına gidip sarıldı. "Belki de seçilmiş çocuk odur." dedi. "Bu yıl element sahipleri doğacak. Janus seçilmiş olmasa da belki doğacak çocuğumuzda bir element olabilir."
Bu dediklerini duyduğumda içimde bir şeylerin kırıldığını hissetmiştim. Boğazım düğümlenmişti. Yumruklarımı öyle çok sıkmıştım ki akşam yalnız başıma odamda ağlarken ellerimi sarmak zorunda kalmıştım.
O günden sonra babam pek de kötü davranmamıştı aslında bana. Her ne kadar o gün söylediği şeyler beni çok kırsa da onu kolayca affetmiştim. Ta ki 9 Ekim'e kadar. Lexy ve Locus'un doğumuna kadar.
İkizlerden bir tanesi simsiyah saçlarla doğmuştu, bir tanesi ise sapsarı. Birisi annemden birisi babamdan gelmiştir diye düşünmek istesem de annemin sarı saçlarının aslında boya olduğunu ve o saçların altında kahverengi saçların yattığını biliyordum.
Lexy'nin Işığın sahibi olduğunu anlamamak için salak olmak gerekirdi. Evet, gerçekten de Lexy bir element sahibiydi. Her ne kadar kız kardeşim için sevinmek istesem de her şey Locus'a gelince değişmişti. Locus, benim yıllarca kendimi eğitip almak için çok çalıştım Gölgeyi sadece dünyaya gelerek hak etmiş ve kendine almıştı, benden hakkımı çalmıştı.
9 Ekim'den itibaren her şey değişti. Babam sürekli odasında Locus için gelecek planları yapıyordu. Daha gözlerini yeni açmış bir çocuğun on yıl sonrasına kadar planlıyordu ve yatırımlar yapıyordu. Beni ise gittiğim bütün kurslardan almıştı. İhtiyacım olmadığını söylemişti. "Zaten Gölgenin sahibi değilsin, boşa yatırım olur." demişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Qunila
FantasyAteş, Su, Toprak, Hava, Elektrik, Buz, Gölge ve Işık. Bir efsaneye göre bu sekiz element bir araya gelmesiyle "Dilek" denilen bir güç ortaya çıkacaktı ve bu enerjinin kullanıcısı bir dilek hakkıma sahip olacaktı. Her ne kadar daha önce bu gücün uyan...