48. BÖLÜM: "FOTOĞRAF"

40 2 0
                                    

İyi ki doğdum mu...
Bugün doğum günüm müydü, hangi gündeydik biz?
-"Bugün ayın 16'sı mı!?"
-"Evet sevgilim. 16 Kasım."
-"İnanamıyorum. Günleri takip etmeyi bırakalı çok olmuş..."
Serbey beni kendine çekip sıkıca sarıldı. Dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu. Sevgiyle gözlerimin içine bakarak;
-"Hadi, hediyeni aç..." dedi.
Zarfı açtım. Adres yazılı bir kağıt vardı içinde. Üç Ada'da bir adresti.
-"Nedir bu?" diye sordum merakla.
-"Bilmem, gidip bakalım mı?"
-"Olur!"
Çıkmadan tuvalete girdim. Aynada yüzüme baktım. Serbey'in geldiği günü hatırladım. Hikayesinin özetini geçmişti. Duyduklarımdan sonra yüzüme su çarpmıştım kendime gelebilmek için... Şimdi ise karı kocaydık. İnsan, hayatın neler getireceğini gerçekten de hiç kestiremiyordu. Tuvaletten çıktım. Serbey'in yanına dönüp;
-"Sen de gir, yolumuz uzun" dedim.
-"Birkaç tane havlu da alsak mı yanımıza, karargahtakilerin kumaşı çok sert, doğru dürüst su da çekmiyorlar" dedi.
-"Çantam tıklım tıkış oldu zaten. Ne yapsak? Daha büyük bir şey lazım bize..."
-"Babandan kalma bir valiz vardı içerideki odada onu kullanmamıza izin verir misin?" diye sordu.
Babamın, tıbbi malzemeleri taşıdığı küçük valizi söylüyordu. İzin vermek bir yana, o çantayı babamdan sonra sevdiğim adamda görmeye bayılırdım!!
-"Çok iyi düşündün, hem daha bir sürü şey alacağız, geniş geniş iyi olur" dedim.
Valiz, uzun zamandır hiç ellenmemiş şekilde gardırobun yanındaki boşlukta duruyordu. Çantamın içine soktuğum her şeyi çıkarıp düzgün düzgün valizin içine yerleştirdim. Serbey'in dediği gibi, anneannemin lavanta keseleriyle beraber sakladığı yumuşacık havlulardan da koydum. Valizin bir de ön gözü vardı. Fakat içine bir şey koyulamayacak kadar dar gözüküyordu. Fermuarı açıp, bir havlu da oraya girer mi diye anlamak için elimi içine soktum. Bir şey geldi elime... İnce karton gibi bir şey... Çekip çıkardım. Karşımda annem, babam ve benim bebekliğim duruyordu. Fotoğraf sahilde çekilmişti. Annemin üzerinde uzun bej bir etek, beyaz bir gömlek vardı. Ayağında kahverengi hafif topuklu ayakkabılar. Saçları dalgalı bir şekilde omuzlarına iniyordu. Benden farklı olarak koyu kahverengi ve gür saçları vardı. Gözleri ışıl ışıldı. Yüzünde de tatlı bir gülümseme... Çok güzel görünüyordu. Babamın altında krem bir pantolon, üstünde koyu yeşil bir t-shirt vardı. Gözünde gözlükleri... Gözleri çok bozuktu. Hatta annem takılırdı ona, nasıl görmeden doktorluk yapabiliyor diye... Bense herhalde iki yaşında yoktum fotoğrafta. Yakası oyalı, kırmızı bir elbise giydirmişler. Boğum boğum bacaklarıma da, kısa beyaz bir çorap... Ayağımda fiyonklu bir ayakkabı. Bir elimden annem, diğer elimden babam tutmuş. Onların mutluluk dolu yüzlerinin aksine ben daha çok ıkınır gibi çıkmışım. Belki de gerçekten ıkınıyordum kim bilir... Altımdaki kocaman bebek bezi, elbisenin eteğini kabartmış. Ne kadar da tatlı bir aile... Peki bu aileden geriye ne kaldı...
-"Valizi mi dolduruyorsun?" diye sordu Serbey, tuvaletten çıkıp yanıma gelmişti.
-"Baksana ne buldum" dedim.
Fotoğrafı alıp yüzünde oluşan bir tebessümle bakmaya başladı.
-"Kaka yapıyormuşsun bir yandan sanırım, çok yanlış zamanda çekmişler bu fotoğrafı."
-"Ben de aynı şeyi düşündüm" dedim.
Güldük. Fotoğrafı yine aynı göze koyup fermuarı kapattım. Demek valize ihtiyaç duyup, bu fotoğrafı bulmam gerekiyormuş.
-"İyi ki geldik" dedim Serbey'e. "... ve iyi ki yanımıza havlu almayı istedin. Sayende çok güzel bir sürpriz oldu bana..."
-"Belki de annenle babanın sana doğum günü hediyeleridir bu..."
Söylediği kelimeler içime dokunmuştu. Serbey'e sıkı sıkı sarıldım. Onunla temas etmek bana iyi geliyordu. Üzerimdeki kötü enerjiyi alıyor, bana nefes oluyordu. Elinden tutup evin kapısına götürdüm.
-"Hadi artık çıkalım" dedim.
Çarşının içine doğru yürüdük. İki ayrı fırından aldıklarımız bin kutu falan oldu. Kendimize, kaptana, komutana, Kamo ve Meli'ye, ekipteki diğerlerine, hatta bizim katta sıkça karşılaşıp selamlaştığımız karargah askerlerine de bir dolu şey aldık. Valizi sürüklemesi yetmezmiş gibi, aldıklarımızın yüzde doksan beşini falan inatla Serbey taşırken, bana da susayım diye en hafiflerinden birkaç poşet vermişti. Kendimi, huysuzluk yapmasın diye kandırılan çocuklar gibi hissediyordum. Elimdeki poşetleri sallaya sallaya giderken sıranın hediyeme geldiğinin farkındaydım.
-"Luna bi baksana sana verdiğim zarfa, biliyorsundur sen, adres tam olarak neresi??"
Laf sokmanın tam zamanıydı. Hiç kaçırmazdım.
-"Hani sen benden daha fazla Üçüncü Ada sakini olmuştun?? Ne oldu şimdi??"
Dediklerim onu pek etkilememişti. Sabırsızlıkla çantamdan zarfı çıkarmamı bekliyordu. Adresle ilgili benim de hiçbir fikrim yoktu. Ada büyüktü. Daha önce gitmediğim bir sürü yer vardı. Aklıma bir dükkana girip sormak geldi. Detaylıca tarifini öğrendikten sonra bir süre daha yürümemiz gerekti. Ada otobüslerine binsek daha rahat olacaktı ama, bizim rahat olan bir işimiz yoktu. Her işimiz zor, her işimiz yorucuydu.
-"Hala gelmediysek hediye falan istemiyorum. Fırından aldıklarımız en büyük hediye bana zaten. Bi tekneye atsak kendimizi de, hepsini şapır şupur yesem!"
-"Geldik geldik, söylenme. Bak köşedeki yer."
Az daha yürüdük ve artık halimin kalmadığı o anda, kapının üzerindeki tabelayı görünce gözlerim büyüdü; "ÜÇ ADA DÖVMECİSİ"
-"Ne yapacağız ki burada??" diye sordum şaşkınlıkla.
-"Geçen konusu açılmıştı. Çaktırmamayı başardım sanırım. Seni ilk gördüğümde öylesine bir şey yaşamayacağımın farkındaydım. Evinde beraber yaşadığımız dönem, aklımda seninle ilgili hayaller kurarken, biraz fazla ileri gitmişim. Adadan götürülmeden iki gün önce çarşıda buranın reklamını görüp adresini yazdım. Günün birinde, evlenip, sol ellerimize evlilik dövmesi yaptıracağımıza o zaman bile inanıyordum."
Hatırlamıştım. Sol elin üzerine yapılan, eşin parmak izinin dövmesi...
Muhteşem bir hediyeydi.

5 ADAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin