Hüsran: Umulan, beklenilen bir şeyin elde edilememesinden duyulan acı, düş kırıklığı.
5 Eylül 2016
"Daha çok anlat," dedim.
"Hoşuna gidiyor mu?"
"Çok. Elimden gelse seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum."
"Bu kadar yola nasıl benzin yetiştiririz?"
"Gider gibi yaparız."
Güneş ışığının sarı harelerle bezenmiş yeşillerimi esir almasıyla çocukluğumdan beri artık ezberlediğim Şeker Portakalı'nı yanıma bırakarak doğruldum ve beni kucaklayan mavi semayı seyre daldım. Uzun sarı buklelerim giydiğim mavi çiçekli elbisemin üzerine doğru dökülürken ellerimi yeşil çimenlere yasladım. Güneş gözlerimi yakıyordu buna rağmen uçan güvercinleri izlemek garip bir şekilde iyi hissettirmişti. Belki de ruhumun özgür kısmı bu kuşlarla birlikte ortaya çıkıyor ve bu benzerlik kalbimde hiç keşfedilmemiş odacıkların varlığına daha sıkı bağlıyordu beni. Büyüdükçe artan sorumluluklarım her ne kadar belini büküyor olsa da en nihayetinde bir gün bende öğrenecektim büyümeyi.
O gün yaşadıklarımın üzerinden neredeyse iki buçuk ay geçmişti. Yaşadığım hüsran elbette ki ilk düş kırıklığım değildi ama kazanmaya ilk kez bu kadar yakınken kaybetmiştim. Yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken tek dileğim hedeflerime ve her ne olursa olsun bir gün hayallerime ulaşabilmekti.
🔱
23 Mayıs 2016
15.48
İki elim arasına aldığım dumanı üzerinde tüten kahvemden bir yudum alarak sakinleşmeye çalıştım.
1,2,3... Derin derin nefesler al ve ver. Sakin ol İlke.
İçimden sürekli kendimi teskin etmeye çalışsam da bir türlü heyecandan dolayı gümbür gümbür atan kalbime söz geçiremiyordum.
Zaten oturduğumuz andan beri sağ bacağım yoğun stresin etkisiyle sallanıyordu. Bugün yaşadıklarım uykularımın katili olan bir karabasan olmalıydı çünkü bu yaşadıklarımın başka bir açıklaması olamazdı. 24 saatten daha kısa bir süre içerisinde o Allah'ın belası adamı nereden bulacaktım ben? Sıkıntıyla iç çektim. Kendimi ilk kez bu kadar çaresiz hissediyordum. Hayallerim bir toz bulutu misali avuçlarım arasından kayıp giderken elimden hiçbir şey gelmiyor oluşu beni daha çok mahvediyordu.
"Zengin olunca yaptığın hiçbir şeyin önemi yok. İster adam öldür, istersen git dünyanın en ağır cezasını işle fark etmez. Çünkü yaptığın her pisliğin üzerini paran sayesinde örtebilirsin." Elalarımı sinirle açarak önüme gelen bukleyi kulak arkama ittim. Bilgisayarımın hastanede kalmadığını öğrenmemin ardından kaza yaptığım adam hakkında bilgi alabilmek için hastaneyi yeniden aramıştık fakat telefondaki görevli bilgi veremeyeceklerini söylemiş, az biraz sıkıştırınca da karşılarında bir çocuk varmışcasına İlke Ardem adlı hastanın hasta kaydının henüz sisteme girilmediğini sistemde teknik bir arıza olduğunu söylemişlerdi.
"Adam sana çarpıyor ve sen nasıl şikayetçi olmuyorsun? Bu kadar basit mi bu iş İlke?" Sinan ondan çok da duymaya alışık olmadığım sert ses tonuyla konuştuğunda bunun sebebinin kafama atılan üç dikiş olduğunu biliyordum.
"Şikayetçi olabilirdim ama kazada benim de hatam vardı. Üstelik uğraşacak vaktim de yok biliyorsun." İçine su serpmek için gülümsemek de istemiştim ama bu halde yapmam oldukça zordu. Ela gözlerim çakmak çakmak öfkenin esiri olmuş bir halde alev alev yanıyordu. Bütün bu kabusun üzerine verdikleri ağrı kesicinin etkisinin geçmesiyle sırtıma bir yük olarakta geri dönen o lânet baş ağrısı eklenmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İlkyaz Fırtınası
Genel KurguAhmet Bora İnanoğlu. Hayatını altmış dört karelik satranç tahtasına sığdırmış bir adam. O, şah değildi. Öylece durup korunmayı beklemezdi. O, tüm hakimiyetin elinde olmasını isterdi. Olaylara istediği gibi yön verir ve kazanana dek savaşırdı. O, bu...