61. Bölüm

2.2K 204 34
                                    

Bir garip olaylar silsilesi kısmen nihayete ermişti artık. Elena ve emrindeki 7 kişi tutuklanmıştı. Fakat hiçbir şey bitmiş değildi. Sorgular ve hafiyelerin titiz çalışmaları neticesinde kendilerine "Musa'nın fedaileri" diyen çoklu etnik kökenli üyeye sahip olan ve İstanbul başta olmak üzere Bağdat, Isfahan, İskenderiye gibi önemli ve büyük şehirlerde lobileşmiş ve tam anlamıyla konsorsiyum haline gelmiş bu örgütün ele başı sayılacak 5 kişi daha tutuklanmıştı. Ve bu sayede başta İstanbul'da cereyan eden bir çok olay açıklığa kavuşmaya başlamıştı. Özellikle kent içi haramilik, yani hırsızlık, tehdit, haraç, adam kaçırma, eser kaçakçılığı, işkence ve adam öldürme gibi pek çok ciddi suç isnat ediliyordu üzerlerine.

Elena ise yaklaşık sekiz yıldır bu örgütün İstanbul içi eylemlerinden sorumlu iki kişiden biriydi. Diğeri ise Alexis'ti.. Bu ikisi ve daha pek çok kişinin bu yapılanmanın içine girmesinin en büyük sebeplerinden biri kendi ırklarını üstün görmeleriydi.

Oysaki her zaman bir çok din ve ırktan insana huzur, barış ve güven ortamı sağlamış Osmanlı topraklarında bu tip yapılanmalar olması ırkçılığın tek tip ve ne kuvvetli bir zehir olduğunun kanıtı niteliğindeydi.

Kötü insan kötüdür. İyi insan ise iyi. Bu basit denklem işin özünü oluşturuyordu. Aksi halde kötülüğün ne ırkla alakası vardı, ne dinle, ne de soyla. Herkes kendi karanlığından sorumluydu bu hayatta. Elena ve Alexis'in suçları bir ulusa yada ırka mâl edilemezdi. Aksi halde bu büyük bir haksızlık olurdu. Tıpkı onların doğup büyüdüğü topraklar da bilerek ve isteyerek işledikleri suçlar gibi.

Dünya da savaş ve insanlık suçlarının iki ana sebebi vardı. Birincisi kendi ırkını bütün ırklardan üstün görüp, diğer ırkların yaşam haklarına dahi saygı göstermemek. Çünkü ırkçılık insanı insan yapan merhameti çürütür ve insanlığını yitirmesini sağlar. Diğeri ise hırstı. Daha fazla para, daha fazla toprak, daha fazla güç ve daha fazla petrol..

Dünyanın dev ekonomiye sahip en güçlü ülkelerinin tarihleri şuan bile hala açlık ve sefalet içinde yaşayan ülkelerin ikinci hatta üçüncü sınıf muamele gören insanlarının kanları, göz yaşları ve ellerinden alınan yaşamları ile doluydu. Otoritelerin dünyaya lanse ettiği algının aksine gerçekler maalesef çok can yakıcı ve sarsıcı şekilde ortadaydı.

Kural basitti. Barış elçiliğine soyun, topraklarına gir, yer altı kaynaklarını yine oradaki insanların iş gücünü kullanarak sömür, gerekirse taşkınlık çıkar, hatta yaşam ve barınma haklarını elinden al ve öldür.

Neden? Çünkü meşru müdafaa. Yersen!

İşte o imrenilen güçlü ve refah seviyeleri yüksek ülkelerin gerçek tarihleri yukarıdaki iki üç cümleye sığacak kadar talihsiz ve kara leke ile dolu. Zenginlik dedikleri sömürü, savaş ganimeti ve asla büyümeyecek olan o çocuklardan çaldıkları hayatlardan ibaret.. Bunun zamanla da alakası yok modern dünya dahil, yaşamın sonu gelene kadar zalimler ve mazlumları ayıran o çizgi en keskin şekilde orada duracak. Ve insan kimin yanında olacağını yine kendi belirleyecek.

Katil olmak için illa birini öldürmeye gerek yok. Her hangi bir ideoloji uğruna öldürülen sivil ve suçsuz insanlara üzülmeyen, alkış tutan ve görmezden gelen kişi de katildir. Çünkü yaşam hakkı kutsaldır.

Afrikalı bir çocuk, Amerikalı bir çocuktan daha aşağı yada değersiz değildir. Her çocuk, her birey eşit haklara sahip olmalıdır.

***

Mayıs ayına ulaştı takvim. Aradan geçen bir ay bütün yaralara kabuk bağlattı. Bahar en güzel, renkli ve çiçekli elbisesini üzerine geçirdi. Kuşlar en sevdikleri mevsime kavuşmanın sevinciyle şakıdılar.

Güz Sancısı (Beyzadeler Konağı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin