İnsan yaşamın şifresini çözmekle meşgulken bazen varlığının, varoluş nedenini kavramakta oldukça geç kalıyor veya hiç kavramadan bir kadavra gibi yaşayıp yok oluyordu. Zaman daima akmaya memur kılınmışken ve insan hala nefes alıyorken basit bir kaç teori mutlu olamaya yeter de artardı bile.
Gülnihal eski günlerine geri dönmenin ona kattığı pozitif enerjiyi çevresindeki herkese dağıtmak ile meşguldü. Keza güzel olan her şeyi dağıtma konusunda hep çok cömert bir insan olmuştu.
O rutin koşuşturmanın içinde aynı zamanda bebeği için hazırlık yapmaya da devam ediyordu. Günü büyük ölçü de odada geçiriyor kanaviçe, yastık ve nevresim kenarı işliyordu. Çok bunaldığında bahçeye iniyor, çiçekle böcekle uğraşıp yorulduğunda tekrar odaya dönüyor ve dinleniyordu. Bu döngü bir süre daha zorunlu bir şekilde devam böyle edecekti.
Çünkü bebek büyüdükçe annenin hareketlerini kısıtlayacak, enerji, vitamin, mineral ve bir dizi besinini de yine annesinden karşılayacaktı. Hatta oksijenin %60'lık bir kısmını da kullanacaktı.. Bunların tümü bir araya geldiğinde fizikselin dışında ruhsal ve duygusal değişimler de baş gösterecekti.
Serra Sultan profesyonel bir devlet memuru gibi işlerini gizli gizli yürütmek ve yeni fikirlerini pratiğe dökmek için planlar kurarken, sağlık sorunları sebebiyle sakin ve sessiz şekilde kendi köşesinde hayatını idame ettiren eşi Ahmet beye henüz içindekileri aşikar etmemişti. Aklında ki her şey yerli yerine oturunca ilk eşi ile paylaşacak onun da rızasını alırsa işe koyulacaktı.
Bu kez stres oranı daha azdı çünkü kimsenin onu Yusuf kadar zorlamayacağını biliyordu..
Döne kadın ağrıyan dizleri onu zora sokunca mutfakta ki sedire yerleşti. Sırası ile bacaklarını da elleri ile tutup dizlerini yukarı çekti ve bacaklarını eli ile sıvazladı. O hiç gitmez zannetiği gençliği bir kuş misali uçup gitmişti avuçlarından. Düşününce biraz hüzünlendi. Zaman zaman koca bir ömrü boşa geçirmiş hissi zihnini çepe çevre kuşatıyordu. O düşünceleri ile meşgulken Zeliha da odasına çekilmişti.
Konak her zamankinden daha sakindi. Aynı sıralar da Ömer, Vedat'ın yanına uğrayıp aklını meşgul eden şeyi danıştı ve bildiklerini anlattı. Kafayı iyiden iyiye sahaflık yapan Abraham'a takmıştı.
Hala, tersane yangını ve onlara bir sürü acı yaşatan o örgütle bağlantısı olduğunu düşünüyordu mutlak suretle.
İstanbul'un çiçek ve deniz kokan ara sokaklarında yürüdü. Emek ve alın teriyle rızkının peşinde koşan nadide insanların arasından geçti. Burası bir medeniyetler sofrasıydı. Asırlardır bir çok farklı ırk ve dine mensup olan insanın bir arada yaşadığı kocaman bir karnavaldı. Tarihi, o muazzam yaşanmışlıkları ve jeopolitik konumu ona öyle bir misyon yüklemişti ki, İstanbul asla sakin ve tam anlamıyla huzurlu olamayacaktı. Tabi insanları da..
Bu büyülü şehir, yeni dünya düzeni fikriyle yola çıkıp kapalı kapılar ardında bir yandan şarap yudumlayarak kendi ülkelerinin etrafına yıkılmaz duvarlar ören, bir yandan da kan kokan ağızlarıyla şer üreten, modern yamyamların dilinden düşmeyecekti.
Ömer son dönemeç öncesi bir iki dakika soluklanıp devam etti. Vedat'tan istediklerini duyamamış olması onu yine aynı yere götürmüştü.
Kapıda asılı küçük kırmızı tabelayı görmesi yine sinirlerini kaldırmaya yetmişti. İbranice yazılan "Musa intikamını alacak" sloganı kulağa çok iğrenç ve vandalca geliyordu.
"Bıkmadılar peygamberlerin adını kullanarak nefret yaymaya" diye söylendi kendi kendine.
Kapıyı tıklatıp usulca girdi. O küçük dükkan tek cephesinde yer alan küçük pencerisinden sızan ışığın yetersiz olması nedeniyle yine yarı karanlıktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Güz Sancısı (Beyzadeler Konağı)
General FictionYaşamaya başladığı his karmaşası beraberinde bir sarsıntı ile geldi Yusuf'a. Bu o değildi. Başını daha da dikleştirip tek kaşını kaldırdı. "Senin için hazırladığım sürprizi beğenmişsindir umarım. Malum gizlenmek beni epey uğraştırdı. Ama değdi. Ve y...