Gülnihal'in cevapsız kalışı sonucunda "Güzel" dedi Yusuf. "O halde vazgeçiyorsun?" diye sordu az önce duyduğu bütün cümleleri aklının bir köşesine not ederek.
"Ne münasebet" dedi düz ve kalın kaşlarını kaldırırken Gülnihal.
"Hala evlenmek mi istiyorsun yani?"
"Hayır canım ne münasebet"diye aynı cümleyi şeddeledi ve ekledi "Ben değil, siz vazğeçeceksiniz.. Oradan bakınca aptal bir kız olarak mı görünüyorum bilemem ama, kurduğunuz tuzağa düşmeyeceğim. İşi bozan ilk kişi ben olup annemi hayal kırıklığına uğratmayacağım. Siz bozacaksınız bu işi. Madem bu kadar cesursunuz o halde görelim icraatinizi" Yusuf'un aklında kurguladığını anlamıştı genç kız ve akabinde aynı teknik ile atağa geçmişti.
Yusuf duydukları karşısında şaşkınlığa uğrarken, Gülnihal beklediğinin aksine oldukça zekice konuşmuş ve ağır sözlerine karşı çok cesur davranmıştı.
"Sana seçme şansı verdiğimi hatırlamıyorum. Tam tersi kendini yaşayacağın gazaptan kurtarman için sana bir fırsat tanıyorum" dedi karanlığın içinde gölgeden bir adam gibi siyahın kanatları altında gizlenirken.
"Gazap yalnızca ALLAH'tan gelir ve ben yalnızca O'ndan korkarım. Beni bu şekilde üç beş kirli cümle ile korkutup püskürteceğinizi mi zannediyorsunuz? Eğer böyle bir yanılgıya düştüyseniz en büyük hatayı etmişsiniz demektir" diye az önce Yusuf'un ona akıttığı bütün zehri nefessiz geri iade etmişti Gülnihal.
Sonra aşık olduğu pembe ve dantel detaylı eldiveninin içinde ki işaret parmağını kaldırdı agresiflik ile.
"Eğer ki siz vazgeçmezseniz bende vazgeçmeyeceğim" Yusuf'u Yusuf'un silahı ile vurmuştu.
"Deli olduğunu biliyordum.. Bu konu da benimle iddia edecek kadar da gurursuzsun" dedi Yusuf. Aslında bu cümleler ne söyleyeceğini bilmediğinden dolayı sarıldığı kurtarıcı cümlelerdi. Çünkü Gülnihal beklediğinin aksine çetin ceviz çıkmıştı. Ve bir de o koku. Aldığı her nefes ile burnundan girip bütün duyu organlarını hissizleştirecek derecede keskin olan tarçın kokusu... Aklını sürekli dağıtıp dikkatini toplamasına engel oluyordu.
Dakikalar ardı ardına terk derken zamanı, onlar hala bir konu da bile olsun uzlaşmaya varamamış aksine daha çok kısılmışlardı nefret tuzağına.
" Birincisi siz benim hiç bir şeyim olmuyorsunuz o yüzden bana sen diye hitap etmeyi kesin. İkincisi tehditleriniz hiç mi hiç korkutmadı beni. Ve canımı da yakmadı. Üzgünüm. Üçüncü ve son olarak ben gurursuz değilim hatta sırf incittiğiniz gururum için, sizi dinlemeyip sizinle evleneceğim. Görelim bakalım kim kimin cehennemi olacak" dedi hiç düşünüp taşınmadan. Görünen Gülnihal'in inatçı kişiliğinden kaynaklanıyordu ama işin aslı yazgıydı. Ne kadar kaçmaya çalışsalar da ALLAH yazmıştı iki genci bir birinin alnına. Ve aksi istikamet yönünde attıkları her adım aslında daha çok kaderlerine çıkıyordu da onlar bilmiyordu.
Siniri bir türlü geçmek bilmeyen genç kız, yaşadığı devasa hayal kırıklığının da etkisi ile bir adım daha yaklaştı karanlığın yüzünü gölğelediği genç adama;
"Göğü yaratana ant olsun ki, sizi kendi cepheniz de mağlup edeceğim! Ve yine göğü yaratana ant olsun ki siz benim bir gülümsememe bile muhtaç olacaksınız vakti geldiğinde"
İlahi kalemin yazıp kudretin, kurguladıkları tıkır tıkır işlerken insan kader denilen yazgı selinin içinde cebelleşip kendini yorduğu ile kalıyordu. Ama bu demek değildi ki her yaşadığımız kaderin neticesinde gerçekleşen olaylar olsun.
Hayır!
Kaderin tamamı bize ait olmadığı gibi, yaratıcının bize bıraktığı kısımları da vardı. Misal varacağı yeri belli etmişken, hangi yoldan gideceğini kişinin yine kendisine bıraktığı gibi.
Vel hasıl gücümüzün yetmeyeceği şeylerin yanında gücümüzün yeteceği noktalar da vardı. İşte kader bu demekti. İnanmak, itaat etmek, hayrın ve şerrin ondan geldiğini ve yine ona döndürüleceğini bilmek. Ve bize biçilen hayatı İslam ve inanç ölçülerinde yaşamak. Yaşamaya çalışmak. Bu kadar basitti.
Ve esasen kader, sadece bir iman meselesiydi.
Bu gibi İslam esaslarını o dönem bilmeyen yoktu. Çünkü Osmanlı insanı her konu da eğitime çok önem veriyordu. Şu an yaşadığımız dönemin çamuru da buradan geliyordu belki. Onlar gibi olamadığımız, o kadar ince düşünemediğimiz için.
Bizler İslamı hayatımıza adapte etmeye çalışıyoruz ve bu sayede islam'ı yaşadığını zannediyoruz. Osmanlı insanı ise bütün hayatını İslama adapte edip her işini ALLAH'ın rızasını kazanmak için eda ediyordu. İşte iki dönem arasındaki fark tam da bu nokta da yüzümüze bir tokat gibi sert iniyor.
Nitekim sözün özü; Nerede milenyum çağının edep ve ahlak yozlaşmasına yem olmuş gençleri, nerede Osmanlı'nın birbirinin yüzüne bakmaya haya eden edep timsali gençleri.
O dönemin bütün gençleri gibi Yusuf'ta aşinaydı bunlara. Fakat yüreği o kadar soğuktu ki kendi ile savaşmaktan insanları sevmeyi bir türlü öğrenememişti. Yine de derinlerinde ince ince baş gösteren bir azabın varlığını hissediyordu. Fakat bilmediği bir şey vardı, zamanla büyüyüp yüreğinde devrimin en alasını yapacaktı o küçük azap.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Güz Sancısı (Beyzadeler Konağı)
General FictionYaşamaya başladığı his karmaşası beraberinde bir sarsıntı ile geldi Yusuf'a. Bu o değildi. Başını daha da dikleştirip tek kaşını kaldırdı. "Senin için hazırladığım sürprizi beğenmişsindir umarım. Malum gizlenmek beni epey uğraştırdı. Ama değdi. Ve y...