48.Bölüm

9.3K 720 119
                                    

Bahtına düştüm. İnciden işlenmiş bir çivi yazısı gibi.. Anlatımı bozuk aynı zamanda zahmetli ve kıymetli.. Kimi yer de biraz daha derin bir kuytu da harflerim. Kimi yerde sığ ve yüzeysel.. Çok değil, senden sadece bir kaç nefes önce dünyaya gözümü açmışım gibi bu içimdeki gürültü. Ücra köşelerim sen saklanasın diye var sanki. Hani ağaç olsan, sırf bende kök sal diye toprak olmaya razı olacak kadar derin bir hissiyat bu. Benim gibi hissetmeden anlaman mümkün değil biliyorum. Doğru yönlere doğru adımlar atmak ve doğru insana, doğru anda ulaşmak için her sabaha besmele ile başlamak.. İnan bana, bu da dahil bütün dahili ve harici sevdalara.. Söylemiş miydim bilmiyorum.. Öyleyse yineleyeyim; olur ya bazen, sanki hayata birini beklemek için gelmişiz gibi. Başka bir gailemiz yokmuş, ölçüsüz bir terazinin üzerinde tartılıyormuşuz gibi.. İşte o düşünce çürütüyor insanı. Çürümeden kavuşmak ve özlemek dileği ile.. Çünkü sadece ölüler özleyemez sevdiğini.. Ve sadece ölüler kavuşamaz sevdiğine.

Beş on dakika önce eve gelip Zeliha'yı uzaktan gören Hamza'nın yüreğinden, sevdasının kağıdına dökülenlerdi bunlar. "Biraz daha böyle giderse ya şair olacaksın yada meczup" dedi ona iç sesi, dalgınlığını üzerinden atıp. Sonra odasına çekildi üzerini değiştirmek için.

"Çok yüklenme kendine" dedi Yusuf, kendi kendine mırıldanırken bulduğu ve belki yüzüncü kez utanmasına şahit olduğu karısına.. "Bir şeylerle konuşuyor olman, sana has, sana özel bir durum. Rahatsız olmuyor, seni yargılamıyorum. Hatta bu hallerinin sana farklı bir cazibe sunduğunu dahi düşünüyorum" Cümlenin ardından onu daha fazla utandırmamak için uzaklaşmayı seçmişti oradan. 

Utanmak insana münhasır bir durumdu. Ama en çok kadına yakışır, en çok onun üzerinde güzel dururdu. İnciden işlenmiş zarif bir elbise gibi. Gülnihal'e de yakışıyordu tabi. Ve Yusuf fark etmese de Gülnihal taşa dahi dokunsa çekici geliyordu ona. Günden güne büyüyordu içinde. Dakika dakika sarıyordu etrafını sağlam ve kusursuz. Aşk değil, aşktan çok daha güçlü bir duyguydu onu yönetmeye ve kalbinin hakimiyetine girmeye zorlayan duygu.

 Sevgi.

 Her ne kadar insan oğlu aşkı ve sevgiyi aynı değerlendirip, kendince kategorize etse de ikisi tamamen farklıydı. Aşk anlık duygu biçimiydi, heyecan, korku, endişe, merak barındırırdı içinde. Ve aşık olmak için bazen bir saniye dahi yetiyor olmalıydı ki, insan ani bir sarsıntıyla başka birinin bakışına, duruşuna, gülüşüne aşık olabiliyordu. Çünkü aşk etkilenmenin bir kaç tık sonraki evresiydi.

Sevgi ise zamana, mekana ve olguya sığdırılacak bir duygu olmaktan çok uzaktı. Hele ki kısa süre içinde olmasının imkanı yoktu. Aşkın en son haliydi. İnsan aşık olur, heyecanla tanışırdı. Heyecan ise merak duygusunu beraberinde getirirdi.

 Kişi merak ettikçe izler, izledikçe tanır, tanıdıkça vakıf olur, vakıf oldukça bağlanır, bağlandıkça severdi çünkü. Bumerang benzeri bir duyguydu bu. Tıpkı insanın kalbi gibi karmaşık ve şifreli.

Kapıdan girerken zihni ona küçük bir oyun sahneledi. Perdeler açıldı usul usul. Gölgeler düştü adımlarının önüne.  O gece.. Yüzleştikleri, kılıçların kınından ilk kez çekildiği, içlerindeki zehrin orta yere dökülüp saçıldığı o çamlığın orada buldu Yusuf kendini. Ayın ışığını serpiştirmiş, gecenin nüansına dalıp karanlığı kendine perdelediği o vakte gitti.

Şimdi olsa söze dökmek yerine dilini koparmayı yeğleyeceği cümlelerini hatırladı. Ardından oraya ürkek adımlarla ve heyecanla gelip duydukları ile birlikte hissettiği acıyı nefretle kusan kızı.

  "Anlaşılan buraya, beni aşağılayıp , hor görmek için gelmişsiniz. Lakin ben, kendini ben merkezci bir serseriye ezdirecek kadar aciz bir kız değilim." Demişti o gün, incinen  gururunu kurtarmak istercesine asi ve bir lav kadar kızgın.. O karanlık gece bir çok, bir çok önemli cümle düşmüştü toprağa cemreden önce ama perdelenen oyunun baş karakteri başka bir cümleydi. Tamamen iç güdünün ateşlediği fitille karanlığı şimşek gibi aydınlatan bir cümle..

Güz Sancısı (Beyzadeler Konağı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin