Lortlarımı uyandırmak için düz ve güvenli bir alan indim. Tulpar beni bıraktıktan sonra uçarak alandan ayrıldı. Aldırmadım. Şu an kanımda akan delilikleri kontrol edemiyordum. Heyecanlıydım ve birazdan olacakları hayal ettikçe yüzümde sersemce bir gülümseme mevcut oluyordu. Heyecanımı koruyarak bu ıssız kumların üzerinde gezindim; etraf olabildiğince boştu ve hava oldukça serindi. Lakin bedenim oldukça sıcaktı... son bir kez daha etrafa baktıktan sonra karanlığın altında bir başıma kaldım zira artık Tulpar bile görünmüyordu. Derin bir nefes alarak kitaba seslendim. Normalde seslenmesini beklediğim kitap seslenmedi bana. Bir hareketlilik sezdim göğsümde; bir şeyler gıdıklıyordu ciğerlerimi ve nefesim daralıyordu. Boğazım kuruduğunda dizlerimin üzerine çöktüğümde ağzımdan çıkan ışığın giderek yükseldiğini gördüm. Canım acısa da bağırmaktan geri durdum. O ışık bir minik taş gibi parıldıyordu ve tam önüme geçerek ne zaman kaldırdığımı bilmediğim sağ avucuma konuyordu. Avucuma yerleşen taş ile birlikte altımdaki kum taneleri dağılmaya başladı. Benden uzaklaşan kumlar giderek genişliyordu. Dizlerim sert bir zemine yerleştiğinde aşağıya baktım. İşlenmiş bir zemin giderek ortaya çıkıyordu: bu zaten var olan bir yer değildi, inşa oluyordu. Giderek büyüyen zeminin üzerinde onlarca kabartma vardı, şekiller lortlarımın şekilleriydi ve etraflarında mari harfleriyle isimleri yazılıyordu. Benim olduğum yerden çıkan bir ağaç dallanarak etrafımda ama uzağımda olan daireleri sarıyordu ve tam da önümde bir küçük delik belirdi. Bu elimdeki taş içindi. Durmadan parlayan taşı kontrol edemiyordum tam tersi o beni kontrol ediyordu. Delik açıldıktan ve fark ettikten sonra sağ elim oraya yaklaştı ve taşı o deliğe yerleştirdiğimde avucum oraya yapıştı. İşte tam da burada kendimi durduramadığım bir acı neticesinde haykırdım. Yüzük parmağıma yerleştiğinde duyduğum acının onlarca katı bir acıydı bu: ayak parmaklarımın parçalandığını hissediyordum. Kuruyan boğazım bağırışımdan çok duyduğum acıdan dolayı parçalara ayrılıyordu. Gerçekten oluyor muydu bilmiyorum ama şu an hissettiğim buydu. Karanlık gökyüzü yerden yükselen ışıkla aydınlanmaya başladığında bedenimdeki acı da giderek azalmaya başladı. Geriye yatan başımdan dökülen terlerle yeniden yere baktım. Avucumun basılı olduğu yerden dallanarak giden ağacın gövdesini takip eden ışık giderek o dairelere ulaşıyordu ve rengarenkti: mavi, yeşil, sarı, kahverengi, gri, beyaz ve mor. Yerdeki kabartmaların arasından ilerleyen bu renkler son derece etkileyiciydi. Gözümü alamıyordum. Dairelere yerleşen renkler bir karış havaya yükseldi ve o anda sol elim havaya kalkmıştı çoktan. Bileğimdeki yüzüğün üzerindeki taşlar büyük bir enerjiyle yerleşik oldukları demir parçasını dağıtarak özgür kaldılar. İşte tam bu esnada kitap seslendi bana, ''onların isimlerini haykır Hakan'' kitabın bana söylediği isimleri tek tek haykırdığımda taşlar bir bir gidip yükselen ışıkların üzerine yerleştiler.
''Denizlerin Lordu Aydilge!'' ve bir taş gidip mavi ışığa yerleşti.
''Doğa Lordu Arçuray!'' ve bir taş gidip yeşil ışığa yerleşti.
''Güneşin Lordu Kuyaş!'' ve bir taş gidip sarı ışığa yerleşti.
''Toprağın Lordu Aspar!'' ve bir taş gidip kahverengi ışığa yerleşti.
''Kayaların Lordu Altay!'' ve bir taş gidip gri ışığa yerleşti.
''Rüzgârın Lordu Esin!'' ve bir taş gidip beyaz ışığa yerleşti.
''Hayvanların Lordu Barçin!'' ve son taş gidip mor ışığa yerleşti.
Bundan sonra kitap sustu ve ben merakla, nefes nefese taşlara neler olacağını izledim. Taşları alan ışık onları içine hapsedip aniden yuvarlağın tamamından çıkan bir ışıkla gökyüzüne fırlattı. Tüylerimin diken diken olduğu anlarda ışıklar yine aniden kesildi ve avucum yapıştığı yerden ayrıldı. Durulan ve yeniden karanlığa gömülen ortamda ayağa kalktım. Şimdi ne oldu diye sordum kendime ve bir cevapladı hiç beklemeden, ''bedenler ruhlara ulaşmaya gitti,'' ses arkamdan geliyordu ve yakındı. Yavaşça oraya döndüğümde elinde tuttuğu asasından yayılan ateşle duran bir şaman vardı. Yüzü oldukça güven veriyordu, saçı beyazlasa da gür ve uzun sakalında biraz siyah teller vardı, ''onlar size gelecek efendim.'' Önümde eğiliyordu. Üzerindeki kıyafet son derece kıymetli bir şaman olduğunu ve özel olduğunu haykırıyordu; renkleri tam seçemesem de temizdi ve asildi. ''sen de kimsin?'' doğrulup gözlerimin içine bakarak, ''şamanınız olma şerefine nail olduğum Kam Tuyon. Henüz bir çocukken sizinle tanışmıştım.'' Sonunda merak ettiğim o şaman şimdi karşımdaydı ve tanrılar onu şamanım seçmişlerdi. ''senden önce namın ulaştı bana. Seninle olmak bir şeref'' mutluydum zira bu adam henüz şamanım değilken çok yardım etmişti bana bundan sonra çok işime yarayacaktı. ''o şeref bana ait efendim.'' Memnuniyetle birbirimize bakarken etraftaki kumların yeniden hareketlendiğine şahit oldum. Açılan yeri örtmek için sanmıştım ama öyle olmadı kumlar ayaklarımdan yükselerek tüm bedenimi sardı ve üzerimdeki tüm kıyafetleri yakarak yeni bir kıyafet oluşturdular. Hareket etmeden hayretler içerisinde sadece başımı oynatarak izledim olanları. Ve en nihayetinde kumlar üzerimden döküldükten sonra Kam Tuyon daha iyi görmem için asasındaki ateşi arttırdı ve bana yaklaştırdı. Simsiyah bir zırh. Alışılmışın dışındaydı; sanki demiri bir kumaş haline getirerek karnıma sarmışlardı ve sanki bu kumaş karnıma yapışık gibiydi. Sadece orası da değil neredeyse tüm vücudum sarılıydı bu kumaşla ama sadece karnım açıktaydı. Göğsümün üzerinde başka bir kademe vardı. Göğsümü saran siyah zırhın üzeri kazınmıştı ve bazı figürler mevcuttu. İki göğsümün tam ortasında dört köşeli ama aşağıya bakan köşesi daha uzun ve daha ince olan bir yıldız vardı içinde ise yerleşik olan beyaz bir taş vardı: parıldıyordu bu benim arvisimdi yani gücüm yani ruhum... omzumun üzerindeki zırhlı kalkanlar fazla kaba durmuyordu, tam oturuyordu ve dirseklerime kadar iniyordu ondan sonrası ise yine o kumaş ve üzerinde kol kalkanları. Aşağıda ise yine aynı siyah metalden yapılma çizmeler ve üzerindeki ayak kalkanları vardı. Üst bacağımı saran kumaş iki karış olarak görünüyordu. Belimde kaba olmayan bir kemer ve bacaklarımla arkamı örten aynı kumaştan yapılma küçük eteği tutuyordu. Ve tüm bunların kenarları gümüşle sarılıydı. ''bu zırh Savaş Tanrısı Kızagan Han'ımızın size hediyesidir efendim. Kara yıldızın taşından ve uçmağın kumaşından... Kızagan Han sizi selamlıyor.'' Bu eşsiz zırhın içerisinde son derece rahattım ve kendimi çok güvende hissediyordum ama bir şey eksikti, ''neden bir kılıcım yok?''
''bundan böyle sizin kılıcınız ordunuz olacak ve lortlarınız sizinle birleştiğinde işte o zaman en güçlü silahınıza kavuşacaksınız''
''Hakanlık Asası''
''evet efendim o asa ki yeryüzündeki en güçlü silah olarak sizin elinizde yükselecek.''
''o zaman gidelim şamanım. Artık savaş gerçekten başlasın.'' Sözlerim henüz bitmişti ki Tulpar Merküt ile birlikte göründüler...
Karanlık yükseldi, tanrılar gazabıma izin verdi. Ben yeryüzünün hâkimi olarak öldüreceklerimin vebalini alıyorum üzerime. Akman yıkmak için öldürdü. Ben yeniden inşa etmek için öldüreceğim. Burada kimin haklı olduğunu düşünmeyeceğim. Bu yolda ölüm olmadan olmaz, kendi canımı hiçe saydım. Ben artık ölü biriyim, yeryüzünün yaşaması için kendimi feda ettim. Çocuk olan Geray öldü ve bozguncular için katil Geray olarak dirildim. Bundan sonra masum canlılar bile benden korkacak ama her şey onlar için ve her şey onların geleceği için. Korkak olamazdım, pısırık hiç olamazdım. Güçlü ve kendinden emin olarak devam edecektim. Bu devir bana bırakıldı: günahıyla sevabıyla, artık benim. Yeryüzüne sesleniyorum, buradan bineğimin üzerinden; kuruyan nehirler kanla taşacak ve kandan beslenen ağaçlar cesetleri meyve olarak verecek. Ey Rüzgâr! Sesimi duyur herkese biz geliyoruz: yeryüzünün muhafızları ölümü yanlarına alarak geliyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MAROBİS (TAMAMLANDI)
FantasíaTanrı kurdun rahmine yerleştiğinde gökyüzü yeryüzüyle bir oldu. Yeryüzünde doğan bir fitne yeraltıyla bir olduğunda yok oluş günü geldiğini ilan etti. Tanrı ve Tanrıçaların aşkı gökyüzünden taştı. Kayra Han yeryüzünü düzene sokmak istedi, bir şeh...