Sımsıkı kapadığım gözlerimi hissettiğim üşüme hissi ve nerede olduğuma dair bilgi edinmek adına açtım. Simsiyah gökyüzünde tek bir yıldız bile gözükmüyordu. Oysa daha yazın ortasındaydık ve tüm yıldızların gökyüzünü gölgeleyen karartıyı dağıtacak kadar parlıyor olması lazımdı.
Boğazımda bir yanma hissi vardı ve gitgide nefes alamıyordum. Arkamdan yere yüksek sesle bir şeyin düşmesi ve yeri deprem etkisiyle sallamasıyla olduğum yerde koşmaya başladım. Bir tane daha...
Yere düşen ve alev alan küçük kaya parçalarından kaçmaya çalışıyordum. Bir yandan da nefes alamıyor ve yanan boğazımı tutuyordum. Nefes alamadığımdan kaynaklı gözlerim gitgide buğulanmaya ve olan gücüm de tükenmeye başladığı sırada, can havliyle önümdeki oval şekilde ve camlarla kaplı, daha önce hiç görmediğim bir yapının yan tarafında duran kırmızı düğmeye bastım. Bir balonu andıran bu değişik yapı ya bir müze olmalıydı ya da bir otel.
Yukarıdan üzerime doğru silindir şeklinde bir cam yapı inmeye başladı. Alt kapağı açıldığında, aralanan boşluktan beni içine çekti. Havalanan bedenimle, birkaç saniye havada uçuyor hissi yaşasam da ardından kapanan kapakla daha iyi nefes almaya başlamıştım. Korkuyla beni götürdüğü oval şeklindeki yapıya doğru bakıyordum. Neredeyim ben?
Bir hafta önce...
Günlerden sıradan bir cuma günüydü, temmuz ayının kavurucu sıcağından kaçmak isteyen insanlar için ise bir tatil fırsatıydı. Fakat benim için ne sıradan ne de tatil olabilecek kadar güzel bir gündü. Bugün annemi kaybedeli tam iki yıl oluyordu. Öldüğü günden sonra, ancak geçen hafta İstanbul'daki mezarını ziyaret edebilmiş, iki gün bile kalmadan New York'a geri dönmüştüm.
New York maceram, liseyi bitirdikten sonra karşıma tesadüf eseri çıkan bir bursa başvurmamla başlamıştı. Columbia Üniversitesi'nde Dünya Tarihi bölümünden geçen ay mezun olmuştum. İsminin gizli kalmasını tercih eden bu yüklü miktardaki bursun sahibi, bu üniversitede, bu bölümü okuma şartı koymuştu. Benim ise geleceğe dair pek bir planım olmadığı için bu fırsatı hayatımın fırsatı olarak görmüştüm. İlk başlarda bu gizemli hayırseveri epey kafaya takmış ve araştırmış olsam da, elime geçen sıfır bilgiyle emeklerimin heba olduğunu gördüğüm an bu işin de peşini bırakmıştım. Ne de olsa atalarımız ne demiş; üzümünü ye, bağını sorma.
Sonuçta böyle mucizeler herkesin başına gelen cinsten değildi. Özellikle benim gibi orta düzeyde başarılı olabilen öğrenciler için. Bu yüzden annemin beni göndermek istememesine rağmen hayatımda ilk defa onu dinlememiş ve buraya gelmiştim.
Zaman ne hızlı geçiyordu. İlk başlarda bu şehre ve buradaki insanlara hiç alışamamıştım. Hala öz topraklarımı, özümden insanları özlemiyor değildim fakat annemi de kaybettikten sonra orada hiç kimsem kalmamış ve ne zaman gitsem beni kötü anılarla boğan bir yer haline gelmişti. Bu yüzden burada yaşamaya karar vermiştim.
Daldığım derin düşüncelerden sıyrılarak yerimden kalktım. L şeklindeki mutfak tezgahımın köşe kısmında duran çöp kutusundan çöpleri aldım ve sokağın köşesindeki çöp konteynerine atmak için evden çıktım. Hava her ne kadar sıcak olsa da hafif bir esinti vardı. Esen ılık rüzgar tenimi okşayarak ürpermeme sebep olmuştu. Özellikle bu ayda pek rastlanmayan bu havayı en güzel şekilde değerlendirmem gerekiyordu. Bu da benim için küçük balkonumda sütlü çayımı yaparak, güzel bir tarihi roman okumak demekti.
Çöpleri attıktan sonra tam eve giriyordum ki posta kutumda duran bir zarf dikkatimi çektiğinde oraya doğru yöneldim. Pürüzsüz beyaz zarfı elime aldığımda hemen arkasını çevirerek nereden geldiğine baktım.
Zarfta ne bir pul vardı ne de bir adres. Çok düzgün bir yazıyla sadece Doğa Yıldırım'a yazıyordu. Türkçe yazılmış olması dikkatimi çekerek evin içine girdim ve koyu yeşil koltuk takımımın en sevdiğim tekli koltuğuna oturdum.
Krem rengi, üzerinde renkli çiçek desenleri bulunan yastıklardan birini kucağıma alarak koltukta bağdaş kurdum ve mektubu zarfından özenle çıkarıp okumaya başladım.
"Canım kızım,
Senin yanında olabilmeyi, büyüyüşünü, ilk adımlarını, ilk kez baba demeni duymayı o kadar isterdim ki... Biliyorum bana çok kızgınsın, çok öfkelisin. Ne olursa olsun bu mektubu sonuna kadar okumanı istiyorum.
Evet, seni terk etmek zorunda kaldım. Bu zamana kadar bunun nedenini çok sorgulamış olmalısın. Sanırım annen de sana gerçeklerden bahsetmedi. Ama şundan emin olmalısın ki, Sude'yi de seni de hep sevdim. Her daim aklımdaydınız. Sen fark etmesen de her zaman senin yanındaydım, seni hep korudum. Seni terk etmemin sebebini bu mektupta anlatamam. Bana kızgın olsan da, beni affedemesen de ne olursun altta verdiğim adrese gel. Her şeyi o zaman öğreneceksin ve eminim o zaman beni affedeceksin. Her şeyi senin iyiliğin ve geleceğin, hatta çoğu insanın geleceği için yaptım. Sizi kurtarabilmek için kendimden vazgeçtim, fedakarlıkta bulundum ve sizden ömür boyu uzak kaldım.
Geldiğinde bana inanacağına söz veriyorum. Bana hak vereceksin. Bu çok önemli kızım, ne olursun kırgınlıklarını bir kenara bırak ve gel.
Seni çok seven baban."
Mektubu okuduğumda gözyaşlarımı tutamıyordum. Ben doğar doğmaz beni terk eden ve bir sır gibi tüm izlerini silerek ortadan kaybolan adam, bunca geçen yitik yılın ardından mektup yolluyordu. Her şeyi açıklayabileceğini söylüyordu. Neyi açıklayabilirdi ki? Yıllar önce bizi nasıl terk ettiğini mi? Beni nasıl eksik bıraktığını mı? Benim babam nerede diye yastığa başımı gömüp sabahlara kadar ağladığım geceleri nasıl telafi edebilirdi?
Altında yazan adrese göz gezdirdim. Brooklyn'de bir yerdi. Öfkeyle kağıdı yere fırlattım, koltuğa uzanıp tavanı boş boş izlemeye ve düşüncelerimi kafamdan atarak sakinleşmeye çalıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMANIN ÇİZGİLERİ
Science FictionOldukça sıradan bir hayatınız varken dünyanın en önemli görevi size verilseydi ne yapardınız? Hem de bu görevi hayatınızın büyük kısmını zindana çevirmiş bir adamın gençliğiyle üstlendiğinizi öğrenseniz? Zamanda yolculuk yaparken aynı anda yaşadıkla...