2

12K 677 68
                                    

Dış cephesi sarı renge boyanmış, orta derece büyüklüğünde müstakil bir evin önünde duruyordum. Buraya neden gelmiştim? Burada kesinlikle olmamalıydım.

Gerçekten annemle beni yıllarca büyük bir hüzün ve eksiklik içinde bırakan adamla yüzleşmeye hazır mıydım? Hazır olmadığımı ve hiçbir zaman hazır olamayacağımı biliyordum. İçimde ona karşı duyduğum öfke ve kırgınlığın hiçbir zaman onarılamayacak bir yara olduğunu biliyordum. Yine de merakıma yenik düşmüş ve ayaklarımın beni buraya getirmesine izin vermiştim. İçimde bıraktığım ve hiçbir zaman büyütmediğim o küçük çocuk yanımın, umutla mantıklı bir açıklama duymayı beklediğini ve babasının boynuna sarılmak istediğini biliyordum.

İki kolonla tutulan üstü kapalı kısma girdim. Tahtadan yapılmış kapının önünde dururken nefesimi alabileceğim son raddeye kadar içime çektim ve zile bastım.

Zilin evin içerisinde yankılanması kulaklarımı doldururken, kalbimin hızlıca çarpmasından ve duyacağım gerçeklerden korkup arkama bakmadan kaçmak istedim. Fakat beyaz tenli, sarı saçlı ufak tefek bir kadının kapıyı açmasıyla olduğum yerde çakılı kaldım. Zaten gitmek istesem de ayaklarım benden bağımsızlığını ilan etmiş gibi yerinden kıpırdamıyordu.

Yaşadığım ikilemle bir şey söyleyemezken, kadın eliyle evin içini işaret ederek, sanırım beni davet etti. Tereddütle birkaç saniye daha yüzüne baktım. Acaba yanlış gelmiş olabilir miydim?

"Ben Murat Yıldırım'a bakmıştım." dedim titrek bir sesle. Korku kalbimdeki yerinden kanıma karışarak ses tellerime de dokunmuş olmalıydı. Çünkü sesim bir ergeninki kadar çatallı çıkmıştı.

Kadın cevap olarak hiçbir şey söylemeden sadece gülümsedi ve içeri girmem için elini birkaç kere daha iç kısıma doğru salladı. Hareketleri benim tedirgin olmama neden olsa da, merakıma yenik düşerek onu takip ettim.

İçeri girdiğimde mermer kaplı yerde ayakkabılarımızın çıkardığı sesten başka bir şey duyulmuyordu. Karşıda koyu kahve renginde üst kata çıkan ahşap merdivenler vardı ve onun yan tarafında yine aynı renk ahşaptan yapılmış kolonlarla tutulan kapının ardında, küçük bir oda ve odanın içinde bordo klasik koltuklarla yerde serili bir kilim göze çarpıyordu. Altın rengindeki perdeleri ve üzerinde küçük mumlar bulunan büyük abartılı ahizesiyle sizi 400 yıl öncelerine kadar götürebilirdi. Babamın böyle bir evde yaşayabileceğini hiç hayal etmemiştim. Ama sonuçta hakkında ne biliyordum ki?

Bir şey söylemeden sarışın kadını takip etmeye devam ettim. Odaya girmeden sağ tarafta bulunan ve evin arka bahçesine açıldığı belli olan camdan yapılmış ahşap çerçeveli kapıya doğru yürümeye başladık.

Kapı bir verandaya açılıyordu ve verandanın aşağısında küçük bir havuzun yanına dizilmiş, bu sefer sizi 400 yıldan günümüze taşıyan modern sandalyeler ve bir adet büyük masa karşılıyordu. Sandalyelerden birinde ise arkası dönük kır saçlı bir adam oturuyordu. Derin bir nefes alarak ona doğru yürümeye başladım.

Bana garip bir şekilde tanıdık gelen bu ense yapısı, daha önce herhangi bir eski resimde kendisine rastlayıp rastlamadığımı sorgulatmıştı. Beni fark edebilmesi için, boğazıma tükürüğüm kaçmış gibi birkaç kez öksürerek dikkatini çektim.

Kır saçlı adam bana doğru döndüğünde, bu beklemediğim sürpriz karşısında yaşadığım şaşkınlıkla yerimde kalakalmıştım. Önümde duran adam benim bölüm başkanım Profesör Thomas Russell'dı ve okuduğum yıllar boyunca bana kan kusturmuştu. Beynim yaşadığı ironiyi sindiremeyerek hata vermeye başlamıştı. Birazdan kulaklarımdan duman çıksa şaşırmazdım.

"Neler oluyor burada?" diye sordum yaşadığım şaşkınlığı üzerimden az da olsa attığım zaman. Bay Russell ise ilk önce konuşmayan sarışın yardımcısına gitmesi için bir el işareti yapmış ve daha sonra bana dönmüştü.

"Babanı 3 yıl önce kaybettiğimiz için, sana bu konuşmayı ben yapacağım." dedi her zaman kendinden emin ve ciddiyeti elden bırakmayan ses tonuyla. Söylediği söz üzerine yaşadığım hayal kırıklığı, dizlerimin bağının çözülmesine ve üzerine çökmeme neden olmuştu.

"Nasıl olur? Bana bir hafta önce mektup yolladı."

O sert ifadeli ve hiçbir zaman güldüğünü görmediğim adam benimle birlikte yere çökmüş ve bana doğru samimi bir şekilde gülümsemişti.

"O mektubu bana kendisi verdi. Senin hazır olduğun zaman sana yollamam ve her şeyi anlatmam için. Burada olmayı çok isterdi fakat..." Biraz duraksadı ve kötü bir anıyı hatırlıyormuş gibi gözlerini hüzünle yere indirdi. "Bu daha sonra konuşacağımız bir olay. Baban sandığın gibi birisi değil. Annenin anlattıklarını tamamen unut şimdi." dedi ciddileşip tekrar kalktığı sandalyeye oturarak.

"Geç otur karşıma, sana her şeyi anlatacağım."

Şuurunu kaybetmiş ve yaşam amacı sadece efendisine hizmet etmek olan bir mankurt gibi yerimden kalktım ve onu dinleyerek karşısına oturdum. Hiçbir şey söyleyemiyordum. Annem bana yalan söylemez bile diyemiyordum.

"Baban da benim gibi bir bilim adamıydı. İkimiz okuduğun okulda tanıştık. Mezun olduktan sonra, kaybettiğimiz bölümden bir hocamız yarım kalan projesini bize miras bırakmıştı ve biz de onun üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştık. Fakat baban bir yandan çocukluk aşkı olan kadını, yani anneni unutamamış ve aklı Türkiye'de kalmıştı. Annen de babanı çok seviyordu ve ailesini arkasına alıp babanın peşinden New York'a taşınmıştı.

Yıllar geçmişti ve projede bayağı ilerliyorduk. Aile kurmamak için birbirimize söz vermiştik. Çünkü bu tehlikeli bir projeydi ve tüm hayatımız bu proje olmalıydı. Ben sözümü tuttum fakat babanın annenle yaşadığı özel hayata da göz yumdum. Sadece çocuklarının olmaması şartını koşmuştum ve onlar da kabul etmişti. Yıllar birbirini kovalarken tam projenin sonlarına doğru gelmiştik ki annenin sana hamile olduğunu öğrendik. İlk önce ben epey itiraz ettim. Fakat annen eğer seni doğurmazsa her şeyi basına bildireceğini söyleyerek bizi tehdit etti. Baban da seni çok istiyordu fakat projemizi duyup bizim kim olduğumuzu araştıran insanlar da vardı. Tehlikeli ve bu projeyi çok yanlış bir şekilde kullanabilecek insanlar.

Bir gün yaşadığı suikasttan sonra baban sizi korumak için Türkiye'ye geri yolladı. Annen her şeyi bırakıp onlarla gelmesini ve huzur içinde normal bir aile olarak yaşamalarını istedi. Fakat baban artık geri dönülemez bir yoldaydı. Kabul edemedi. Bu yüzden annen de ona sinirlenip sana gerçekleri anlatmadı ve yıllarca seni kandırdı."

Duyduğum şeyleri hala beynim tam olarak algılamıyor ve afallamış bir şekilde adamın yüzüne bakıyordum. Kendimi bir anda bilim-kurgu filminin içinde hissetmiştim. Her şey kocaman bir şaka gibiydi. Hem de korkunç bir şaka.

Alaylı bir ifadeyle, "Siz ne saçmalıyorsunuz?" diyebildim. O sırada, sarışın kadın elinde siyah bir kutuyla geri döndüğünde, sorumun arada kaynadığını fark etmiştim. Kadın kutuyu profesöre verdi ve yine tek kelime bile etmeden içeri girdi.

"Sağır ve dilsizdir." dedi arkasından baktığım kadının. Hiçbir şey diyemeden bakışlarımı tekrar profesöre çevirdim.

Biraz bilgi alabilmek adına alaycı ifademi bırakmaya karar verdim. Ciddi olduğuma inandığım bir şekilde, "Ne projesiydi bu?" diye sordum. Aklımda bir sürü soru vardı fakat beynim hala hata modunda olduğu için sadece bunu sorabilmiştim.

"Kolunu uzat." dedi sorumu yine duymazdan gelerek. Soruma yanıt alamamanın vermiş olduğu kızgınlıkla, onu sorgulamadan kolumu sert bir şekilde masaya koydum. Merakla ve biraz da korkuyla ne yapacağını izliyordum. Fakat ipucu aradığım yüz hatlarında bile bir ifade yoktu. Pokerface konusunda bu kadar uzman olması canımı sıkıyordu.

Siyah kutudan bir iğne çıkardı ve koluma doğru yaklaştırdığı an refleksle kolumu geri çekmeye çalıştım. Fakat bileğimi öyle sıkıca kavramıştı ki savunmamı engelledi.

"Ne yapıyorsunuz bana?" diye korkuyla bağırdım.

O ise iğneyi usulca koluma batırdı ve "Uyanınca her şeyi öğreneceksin." dedi. Etrafım bulanıklaşmaya ve büyüyen noktalar şeklinde kararmaya başlamıştı. Daha fazla direnememiş ve kendimi derin karanlıklara bırakmıştım.

ZAMANIN ÇİZGİLERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin