60

1.8K 173 82
                                    

Tenime değen güneş ışığının ısısı, burnumu doldurup tüm hücrelerime yayılan mis gibi çiçek kokuları, at nalının çıkardığı tok ses, her şey ne kadar da gerçekçi geliyordu. Zihnim sahte olduğunu bilmese, yaşadığım bu hayatı sorgulamadan kabullenecek gibiydim. Her şey nasıl bu kadar canlı ve gerçekçi olabiliyordu? Tüm duyu organlarım bu sahtekar dünyayı nasıl algılayamıyordu? Kendime dahi güvenim kalmamıştı. Beni kendi duyularım kandırabiliyorsa, gerçek olan neydi şu hayatta?

"Bir rüya gibi değil mi?" dedi yüzünü ilerlediği yoldan çevirmeden Carl Sagan.

"Nasıl?" Düşüncelerimden bir anda sıyrılmam, algı yetimi de bir anlığına elimden almıştı. Zaten algılarım da ne kadar bendeydi, şüpheliydi doğrusu.

"Her şey." diye yanıtladı kısaca benim anlık sorumu. Daha sonra atı daha önce hiç geçmediğim bir yola sürmüştü. Oysaki uzun süredir dolaşmıştım buralarda, fakat doğru yolu nasıl bulabildiğini anlayamamıştım. Herhangi bir geçiş izni mi gerekiyordu, yoksa Eternus kendi dünyasında benimle alay mı ediyordu? Eğer öyleyse canına okuyacaktım.

"Hayatın her daim bir rüya olduğu söylenir. Çoğu inanca göre de öldüğün anda rüyanın yarattığı görsel dünya perdesi oyundan kalkacak ve noktalanan dramayla oyuncular sahne arkasına geçeceklerdi. Benim yaşadığım bir dünya yok. Yaşamış bir formun yansıması olduğumu biliyorum yalnızca. Benim için bu dünya sahne arkası olmuş oluyor. Peki, senin sahne arkanın neresi olduğunu biliyor musun?"

"Ne demek istiyorsun? Bu dünyanın benim için sadece sahne olduğunu biliyorum zaten." dedim kaşlarımı çatarak. Bu takındığım tavır kızgınlıktan daha çok anlayamadığımdan, üstünü kapatmak için yaptığım egosal bir hareketti. 

"Onu kastetmedim zaten." dedi. Ardından bir anda tekrar kocaman gülümseyerek baktığı yere el sallamaya başladı. "Selam, Frida! Bugün yine harikalar yaratmışsın."

Dönüp el salladığı yere baktığımda, Frida Kahlo'yu tozpembe elbisesi içinde, başına taç yaptığı pembe gülleriyle resim yaparken görmüştüm. O da dönüp bize el sallamıştı, ama gülüşü Carl Sagan kadar büyük değil, daha hafif bir tebessümdü. Güneş ışığının gözüne yansımasından, gözlerini iyice kısmış, bizi ne kadar görebildiği konusunda beni düşündürmüştü. 

"Seni aşina olduğun tarihin yönünden götüreceğim. Yolda canın sıkılmaz." dediğinde, tekrar bana döndüğünü anlamıştım.

"Hani beni tanımıyordun?" diye sordum gözlerimi kısarak ona bakarken. Ses tonumla bile adeta seni yakaladım diyordum.

"Benim bir yansıma olduğuma inanıyorsun da, hakkındaki bilgilere ulaşamayacağımdan nasıl emin oluyorsun?" diye soruyla yanıtladı beni.

"Ne yani, buradakilerle zihinsel sosyal ağınız mı var? Beyninin içinden facebooka bağlanıp profilimi mi inceledin?"

Tepkim onun kahkaha atmasına sebep olurken, ben olduğum yerde at yerine bir de küplere biniyordum. Thomas'ı geçtim, Eternus'a da tamam ama koskoca Carl Sagan, sen de mi Carlütüs? Sen de mi bana doğrudan anlatmak yerine çileden çıkarma yolunu seçiyorsun?

"Onun gibi bir şey." dedi. Ardından eliyle bir yeri işaret ederek konuyu hemen dağıttı. "Bak, epey aşina olduğun birisi daha var orada. Onu gördüğüne sevineceğinden eminim." dedi. Merakla gösterdiği yere baktığımda, tüm zamanların erkeklerinin karizmasını üstünde toplamış, takım elbisesini özenle giyerek ceketinin ön cebine koyduğu ütülü mendili özenle yerleştirmiş, bahçe sandalyesine oturarak bir yandan kahvesini yudumlarken, diğer yandan elindeki kitabı okuyan Atatürk'ü gördüm.  Kalbim o kadar hızla atmaya başlamıştı ki, heyecandan sıkıca tuttuğum Carl Sagan'ı bırakmaktan ve attan düşmekten korkuyordum. Hele ki Atatürk'ün karşısında attan düşmek büyük saygısızlık olurdu.

ZAMANIN ÇİZGİLERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin