Yıllardır, aşkın filizlerini veren tohumların nereden geldiği hakkında düşünürdüm. Bir tohumun olması için bir aşk çiçeği kendini feda mı ediyordu? Küllerinden hala duman çıkan bir aşkın bitimiyle bambaşka diyarda yepyeni bir aşk mı doğuyordu? Bu durumda çalınan mutluluklarla kendimize yarattığımız 'hiç çalınmayacak aşkın' güvencesiyle, canımızın bile garantisi olmadığı şu dünyada, aşkımızı ömür boyu sigortalayacağımıza nasıl da inanabiliyorduk?
Peki insanların asırlardır dilinden düşürmediği aşk kelimesinin varlığına nasıl inanıyorduk? Hormonlarımız gereği bazen hissettiğimiz tutkuyu aşk ile karıştırırken, gerçek aşkın hayatımızda bulunup bulunmadığını nasıl anlıyorduk? Maalesef ki, bilim insanları bir insana aşık olup olmadığımız hakkında detaylı bilgi veren testlerden insan tüketimine sunmuş değiller. En azından ben gittiğim herhangi bir zamanda böyle bir şeye rastlamadım. Belki de insanlar, üç maymun oynadıkları sahte ilişkilerinin içinde mutluluk oyunlarına devam etmek istiyorlardı. Belki de gerçekleri duymak dünyanın üçte birinin işine gelmiyordu.
Sanırım insan gerçek aşka düşmeden önce ve daha önce hissetmediği duyguları, vücudunun o insana karşı verdiği tepkileri fark etmeden önce bunu anlaması olanaksızdı. Bense, yıllardır gerçek aşkın peşinde koşmuş biriydim. Duygularımı hissetmeye başladığımdan beri, aklımın kabullendiği insanlara sıfatlar yüklemeye çalışmış fakat kalbimin sözünü dinlemediğimden ise, yaptığım hatayı biraz geç fark etmiştim. Daha sonraları ise, örneğin Eternus'a duyduğum gibi, tutkularımı keşfetmiş ve yeni keşfettiğim bu duygunun da aşk olabileceğinden şüphelenmiştim.
Aşkla ilk tanışmam, hiç ummadığım bir insana karşı vücudumun anormal tepkiler vermesiyle başlamıştı. İlk başta bana tamamen yabancı ve kültürüme uzak bir insan olmasına rağmen, onu izlerken kendimi kaybettiğimi fark etmiştim. Onu saatlerce hipnoz olmuş gibi izleyebilirdim, her bir hareketini, her bir tepkisini. Ardından gözlerimin beni ele verip yakalandığımda, ilkokula giden küçük bir kız çocuğu gibi anında bakışlarımı kaçırışlarım dikkatimi çekmişti. Üstelik beni yakaladığı için ona öfkeleniyordum, sanki suç ondaymış gibi...
Daha sonra bana zıt gittiği her hareketinden öfkelenirken, bu öfkelenmelerimin ilk defa beni ne kadar keyiflendirdiğini fark etmiştim. Bazı anlarda cansız bir eşyaya bile sinirlenebilen ben, karşımda açık açık bana meydan okuyan adamla bu durumu oyun haline getirmiştim.
Daha önce hiç hissetmediğim duygulardan bahsetmişken, şu anda olduğu gibi, onu uzun süre görmediğim zamanların ardından ilk karşılaşmamızda, tüm vücuduma bir titreme yayıldığını hissediyordum. Bacaklarım titrek, diz kapaklarım her an bükülecek kadar kırılgan oluyordu. O an ölebileceğimi bile fark etmeden nefesimi sonuna kadar çekip orada tutuyordum. Kalbim bir kuş kadar hafif olup uçabileceğini hissederken, aynı anda korkunun kasvetli havası, onu bir daha böylesine kaybetme ihtimaline karşı göğsüme çöküyordu.
Birisine karşı tutku hissettiğinizde, onu sadece kendi arzularınız kadar sınırlarsınız. Oysaki, ben onu gördüğümde tutkularımın tatmininden çok, onu özgürce sevebilmeyi diliyordum. Onun yanında nasıl bir ömrü tüketeceğimi, ikimizin de mutlu olabileceği orta yolu nasıl bulabileceğimi düşünüyordum. Hatta, hala bir çocuk yetiştirme konusunda derin korkularımın olmasına rağmen ve onunla tanışmadan önce bir çocuğumun olmasını asla istemememe rağmen, beraber büyüteceğimiz bir çocuğun olma fikri bile onunla anlam buluyor ve beni heyecanlandırıyordu. Hamileyken aklımdan bir an bile bu korkularımı geçirmemiştim, çünkü yanımda o vardı.
Şimdi yaşadığım korkunç dakikalardan sonra, kıyıya vuran sakin dalgaların eşliğinde, koyu yeşil gözleriyle karşımda bana bakıyordu. Dizlerim yine titrek, kalbim yaralı kanadıyla uçmaya çalışıyordu. Eğer kollarıyla gelip beni sarmasaydı, gidip ona sımsıkı sarılmaya cesaret edemezdim. Sanırım her ondan ayrı kalışımda benim için anlamını daha iyi idrak edebiliyor, ve her özlemime biraz daha sevgi ekliyordum. Bir gün onu kaybetmekten korkup kaçabileceğim kadar büyük bir sevdaya sahip olmaktan çekiniyordum. Bazen de onun beni sevebilme ihtimaline inanasım gelmiyordu. Kendimi sevilmeye layık görmediğimden değil de, sanırım sevme konusunda sadece kendimin başarılı olabileceğine dair bencilce düşünmemden kaynaklıydı. Çünkü sevilme konusunda pek çok zaman sınıfta kalmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMANIN ÇİZGİLERİ
Science FictionOldukça sıradan bir hayatınız varken dünyanın en önemli görevi size verilseydi ne yapardınız? Hem de bu görevi hayatınızın büyük kısmını zindana çevirmiş bir adamın gençliğiyle üstlendiğinizi öğrenseniz? Zamanda yolculuk yaparken aynı anda yaşadıkla...