23

3.9K 345 146
                                    

Yemek için hazırlanmak üzere odamıza geri döndüğümüzde yatağın üzerinde giymemiz için konulmuş giysilerle karşılaştık. Thomas için omuzlarında ve bel kısmında altın işlemeleri olan krem rengi bir giysi konulmuşken, bana ise daha özel bir giysi verilmişti ve yanında bir not vardı. Notu elime alıp okuduğumda yüzümde oluşan gülümsemeye engel olamamıştım.

"Bu elbise bu akşamki yemek için benden bir hediye. Prens Atreus."

Bu Eternus'tu. Beni tanımazken bile dikkatini çekmiştim. Gönderdiği elbise ise o kadar güzel gözüküyordu ki eminim tanrıları gerçek olsaydı güzellik uğruna bir elmayı değil de bu elbiseyi kapışıyor olurlardı.

Gece mavisi renginde olan bu elbise, bayağı durmayacak azlıkta bir göğüs dekoltesine sahipti. Omuzlardan iplerle birleştirilmiş elbise sadece ayaklarımı açıkta bırakacak kadar uzundu ve astarın üstünden tül ile kaplanmıştı. Eteğinden bir parça tül belimdeki altın işlemeli kemere tutturulmuştu. Ayrıca kemerin deseninden elbisenin uçlarına da işlemeler yapılmıştı. Kemerin rengindeki altın kolye ve bileziği de takınca kendimi adeta bir Tanrıça gibi hissetmiştim.

Saçımı toplamak için taktığım tokalar saçlarımı o kadar gergin tutmuştu ki biraz daha başımda kalırlarsa ağrıya sebep olacaklardı. Bu yüzden hepsini teker teker söktüm. Sökerken biraz saçlarımı yolup tokalarla kavga etmiş olsam da en sonunda zaferi ben kazanmıştım ve buklelerimi serbest bırakmıştım.

"Sevgili eşim yemeğin en göz kamaştırıcı hanımefendisi olacak sanırım." dedi Thomas gözleriyle beni baştan aşağı süzerken.

"Seni su çapkını! Dışarıdaki kızı gördüğünde böyle demiyordun ama."

"Benim tatlı kahramanım Atalante kıskanmış sanırım." dedi sırıtarak.

"Yüzündeki sırıtışla dışarıda her geçen kıza bakıp eve gelince karısının gönlünü almaya çalışan erkeklere benziyorsun. İtici." dedim yüzümü buruştururken. Fakat bu onun daha çok hoşuna gitmiş olacaktı ki daha fazla gülmeye başladı.

"Hadi ama, senin yerin bende hep ayrı, biliyorsun." Bunları söylerken gözlerimin içine öyle derin bakmıştı ki, hala benimle dalga mı geçiyordu yoksa söylediklerinde bir ciddiyet var mıydı, anlayamıyordum. Sanırım bu adam zaman makinesinden daha gizemliydi.

"Hadi gidelim. Yemeğe geç kalmak istemeyiz." diyerek kapıdan aceleyle çıktım. Çünkü ona söyleyecek bir cevabım kalmamıştı ve beni o anımda yakalamasını istememiştim.

Kapıda bize eşlik etmek için iki hizmetli bekliyordu. Onları takip ederek yemeğin düzenleneceği büyük salonun olduğu yere geldik ve onları arkamızda bırakarak büyük bir kapıdan içeriye girdik. Duvardaki işlemelerden heykellere, şamdanlardan yemeklere ve tabaklarına kadar her şey sanatın bu dönemde ne kadar önemsendiğini belli ediyor ve hepsi adeta bir şaheser gibi duruyordu.

Salondaki kolonlar balkon kısmının aksine tahtadan kaplanmış kahverengi oymalarla süslenmişti. Pencere şeklindeki yapılar da uzun beyaz perdeler ardına gizlenmişti. Her yana konulan yeşil bitkilerse doğaya verilen önemi yansıtıyor ve bu çağın süs anlayışının en çok bitkilere dayandığını gösteriyordu. Zeminin beyaz mermerden yapılması, bordo duvarların içerisini karanlığa boğmasını engellemişti.

Hepimiz yerimize oturduğumuzda kral ayağa kalktı ve içinde şarap olan bronz renkli bardağına çatalıyla vurarak herkesi susturdu.

"Sevgili halkım. Biliyorsunuz ki şehrimiz son zamanlarda çok kötü günler yaşadı. Surları yapan adamların isyanlarıyla başlayan bu günler, ardından vebanın gelmesiyle adeta felaketin eşiğinden döndük. Bana inanmayan ve Tanrılara karşı gelen bazı kendini bilmezler, surlarda çalışan kölelere haklarını ödemediğim için bunların başımıza geldiğini ileri sürdü. Onlar bizim kölelerimiz, karşılığında yemek ve yatacak yer veriyoruz. Daha bir ücret talep etmeleri küstahlıktan başka bir şey değil!"

ZAMANIN ÇİZGİLERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin