Akşama kadar bir uyku, sıcak bir duş, hiçbiri kafatasıma baskı yapan acılı ağrıyı dindirmeye yetmemişti. Günümün o etkili ağrı kesicilerinden neden tüm zamanlarda bulunmuyordu ki? Üstelik bu baş ağrısıyla kalkıp akşam yemeğine gitmek zorundaydım. Çünkü günler gitgide ilerliyordu ve benim elimde hala bir şey yoktu.
Vişneçürüğü renginde, yakası kare gelen ve kenarlarında parlak işlemeleri olan elbiseyi üzerime giydikten sonra, saçlarımı yakacağını bile bile kızgın ateşte ısıttığım maşayla bukleler yaptım. Saçlarımda mangal yakmışım gibi olan kokuyu kapatabilmek için de, parfümümü içine düşmüş kadar kokacak şekilde üzerime sıktım.
Bu zamanın kadınları neden her an gelinin kız kardeşiymiş gibi olmak zorundaydı?
Hazır olduğuma kendimi inandırdıktan sonra, kapıyı açtım. Karşımda bir an Molly'i görünce korkuyla yerimden sıçramış olsam da, daha sonra sakinleşerek ondan özür diledim.
"Kapıyı açınca birden, şey... Nasılsın?"
"Seni korkutacağımı düşünmedim tatlım. Fakat yemeğe inmeden önce seninle konuşmam gerekiyordu."
Yüzüne maske yaptığı sert mizacı, çatık kaşlarında yerini bulmuşken, gözlerinde telaşın izleri barınıyordu. Bir şeylerin onu gerçekten endişelendirdiği belliydi ve daha duymadan korkunun bir sis gibi yayıldığı damarlarımda, kan akışını hızlandırmıştı.
"Kötü bir şey yoktur umarım?!" dediğimde, yüzünde oluşan kararsız ifadeyle, zihninde kördüğüm olmuş kelimeleri çözmeye ve ne söyleyecekse konuya doğru yerden girdiğinden emin olmaya çalışıyordu.
"Beni yanlış anlama fakat, Madame Aubert'i hatırlıyorsun değil mi?" diye sordu. Sözüne devam etmesi için onu başımla onayladım. Çünkü o kadın, Guggenheim'in metresiydi.
"Onun hizmetçisi, seni üçüncü sınıf bir adamla konuşurken görmüş. Söylediğine göre, ardından seni takip etmiş ve üçüncü sınıf katına inerek oradakilerle eğlendiğini..."
Sanırım değişen yüz ifademe engel olamadığımdan, yüzümde nasıl bir tavır olduğunu da kestiremiyordum. Çünkü o an zihnim en kuytu köşelere inerek bir çıkış yolu arıyor, pek kullanmaya alışık olmadığım yalan makinesi yönüm ise pas ve tozlarından kendini ayırarak bir şeyler üretmeye çalışıyordu.
"Beni yanlış anlama Emma, o akbaba sürüsünden değilim. O kadının dediklerine de inanmıyorum. Fakat sadece, tek başına yolculuk ediyor olman ve yanında hiçbir uşağın bulunmuyor oluşu beni tedirgin ediyor. Sana yalan söylemek istemiyorum. Elbet bir açıklaman vardır."
Yüzündeki sert ifade, ilk defa yerini bir süreliğine başka duygulara bırakmış gibiydi. Kaşlarının ortasında sadece küçük bir çizgi bulunması dışında, şu an bana bakan yüz haliyle hem değer verdiği hem de güven duyduğu anlaşılıyordu. Beni bu kadar kısa sürede tanıyor olmasına rağmen, böyle düşünüyor oluşu beni şaşırtmış, aynı zamanda ona karşı bir sempati beslememe sebep olmuştu. Yine de buna rağmen ona gerçeği söyleyemezdim. Bu yüzden, aklıma gelen ilk bahaneyi uydurarak Rose'dan yine bir alıntı yaptım.
"Aslına bakarsan bu gemide olmamam gerekir Molly. Nişanlım Cal ve annemin bu konudaki baskılarından kaçıyorum. Kimsenin haberi olmadan son anda bileti aldım ve haber vermeden atladım gemiye."
Yüzüme hala şaşkınca bakan Molly'nin ifadesi biraz olsun yumuşadığında, ben de rahat bir nefes almıştım.
"Ah, tatlım! Evlenmek istemiyor musun yoksa?"
"Hayır. O küstah, kibirli ve fazla kıskanç birisi. İstediğim hayat kesinlikle onunla değil. Annem onunla evlenmem için baskı kuruyor. Ben de bunaldığımdan dolayı en sonunda dayanamayarak kaçtım. Bir süre uzaklaşmak istedim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMANIN ÇİZGİLERİ
Science FictionOldukça sıradan bir hayatınız varken dünyanın en önemli görevi size verilseydi ne yapardınız? Hem de bu görevi hayatınızın büyük kısmını zindana çevirmiş bir adamın gençliğiyle üstlendiğinizi öğrenseniz? Zamanda yolculuk yaparken aynı anda yaşadıkla...