3

10K 609 171
                                    

Kirpiklerimin ağırlığını kaldırabilecek güce ulaştığımda, iki perdeye benzeyen göz kapaklarımı araladım. İlk önce tam üzerimde parlayarak gözlerimi yakan lambanın ışığıyla gözlerimi birkaç kez kırptım. Gözümden akan birkaç damla yaşla birlikte ışığa alışan gözlerim, nerede bulunduğuma dair fikir edinmek adına etrafı taradı.

İlk izlenimlerime göre, hala rüyada değilsem, duvarları boydan boya kütüphane olan bir odadaydım. Odanın ortasında sadece uzun bir masa ve etrafında sandalyeler vardı. Ben ise masanın üzerinde yatıyordum.

Beynimin işlevsel fonksiyonları yavaş yavaş devreye girerken, hafızamda son yaşadığım anın belirmesiyle zor da olsa hareket etmeye çalıştım.  Kalkmaya çalışırken ise boynumda hissettiğim acıyla inledim.

"Merak etme, birkaç güne acısı diner." Profesör sandalyelerden birine oturmuş benim uyanmamı bekliyordu.

"Ne yaptın bana?" dedim hala sızlayan boynumun sebep olduğu titrek sesimle. O ise elindeki siyah kutudan, toplu iğneden biraz daha küçük boyutta olan, bir tarafı oval ve diğer tarafına doğru incelen iğne şeklinde metal bir şey çıkarmıştı.

"Boynuna bu küçük çipten taktım." dedi sanki sadece kulağıma küçük bir küpe takmış kadar rahat bir tavırla.

"Korkma, bak aynısı bende de var." diye devam etti gülümseyerek. "Hatta elimde şu an duran çip boynumda takılı olanla aynı."

"Neler saçmalıyorsun sen?" diye sordum öfkeyle. Her zamanki gibi o kadar basit kelimeleri o kadar karmaşık bir şekilde bir araya getirerek aklımı karıştırıyordu ki ne dediği hakkında en ufak bir fikrim bile olmuyordu.

Ben hala mantıklı bir açıklama beklerken, yerinden kalktı ve raftan uzun, kalın bir ansiklopedi şeklinde olan kitabı aldı. Kapağını açtığında, sayfalarının düzgün bir şekilde kesilip içine yerleştirilen, dikdörtgen dijital masa saati gibi duran alet fark ediliyordu. Aleti düzgünce kitabın arasından aldı.

"Bu bir zaman makinesi." dedi.

"Aynısından evimdeki yatağımın yanında da var." dedim alaya alarak. Delirmiş olmalıydı ya da beddualarım tutmuş, sonunda bunamıştı.

"Doğa, bu alaya alınacak bir şey değil. Bir saat sonra bu evde öldürüleceğim ve bu bir saat içinde sana bunları açıklamam gerekiyor. Beni oyalama ve iyice dinle." dedi her zaman yüzüne takındığı asabi ifadeye tekrar bürünerek. Gerçekten delirmiş.

"Eğer bu makine bir başkasının eline geçerse çok kötü sonuçlar doğurabilir. Zaman hakkında yaptığım söyleşiyi hatırlıyorsun değil mi?"

Evet hatırlıyordum. Daha ikinci sınıftaydım ve o gün doğum günümdü. Çok güzel bir parti hazırlamıştım fakat son anda profesörün zorla beni bu söyleşiye götürmesiyle her şey berbat olmuştu. Partide çılgınlar gibi eğlenmek yerine doğum günümü zamanın bükülmesi ve paradokslarla ilgili sıkıcı bir söyleşide uyuklayarak geçirmiştim. Üstelik okuduğum bölümle alakası yoktu.

"Zamanda değişmemesi gereken sabit noktalar vardır. Eğer bunlar değişirse zaman çizgisinde büyük bir kopma yaşanır ve gelecek hiç ummadığımız şekilde şekillenebilir. Bu bir felakete yol açabilir." Oturduğum masadan inip sandalyelerden birine geçtim.

"O zaman neden bu makineyi yok etmiyorsunuz?" diye sorduğumda, aslında hala dediklerine inanmıyordum.

"Edemeyiz. Öyle bir enerjiyle yüklü ki yok etmeye kalktığımız an tüm Amerika Kıtası'nı da beraberinde götürebilir. Hatta daha fazlasını bile." Küçümseyerek dijital saat gibi duran makineye baktım. Küçücük makine bile tüm dünyayı böylesine tehlikeye atabiliyordu.

ZAMANIN ÇİZGİLERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin