48

2K 191 110
                                    

İlk yemekten önce, hava almak için çıktığım güvertede, ellerimle tırabzanların demirini sıkıca tutarak ayakuçlarımda yükseldim. Denizin o hafif genzi yakan ekşimsi kokusunu içime çekerken soğuk rüzgarın tenime değmesinden rahatsız olsam da, içimdeki huzursuzlukla harmanlanmış heyecan duygusundan dolayı yemek salonuna gitmeye cesaret edemiyordum.

Korkuyordum tek başınalığımdan ve güveneceğim herhangi birinin yanımda olmayışından. Yalnızlığın en korkutucu yanı da bu değil miydi zaten? Tırabzanlara tutunup parmak ucumda yükselerek eğilsem de, hafif bir ayağımın kaymasıyla denizi boylayacağımı ve beni tutup kurtaracak kimsenin olmadığını biliyordum. Zaten bu yüzden değil midir, kendi kabuğumuza çekilmek yerine insanlara sarılmaya çalışmalarımız? Çünkü hepimizin en derin korkusu, hayatımızda cesaretle sarktığımız tırabzanlardan düşerken bize kimsenin elini uzatmayacak oluşuydu.

"Korkunun ecele faydası yok Doğa. Yaşanacak hiçbir anın kaçışı olmadığı gibi, ne kadar çabuk başlarsan o kadar kolay alışırsın."

Kendimi cesaretlendirmeye çalışarak içeri tekrar girdim. Az sonra herkesi heyecanlandıran o merdivenlerden meşhur yemek salonuna inecektim.

Kapının oraya geldiğimde, oldukça şık giyimli iki garson kapıyı açarak bana reverans yaptılar ve onların arasından omzumu oldukça dik ve kendimden emin bir şekilde kabartarak içeri girmeye çalıştım. Ben içeri girdiğimde, herkesin fısıldaşarak bana bakıyor oluşu, yürüyüşümün penguene benzeme ihtimaline dayanmasından dolayı beni korkutmuştu.

Sanırım bu bakışları, yürüyüşümün yanında, daha önce beni cemiyetten tanımıyor oluşları ve Amerika'daki Livingston Şirketler Grubu'nun sahibi Joseph Livingston'un torunu sanmalarından kaynaklıydı. Oldukça zengin ve sosyete olarak hayallerinde yer aldığımdan dolayı, gereksiz bir kibarlık ve yüzümde her an midemi bozmuşum yüz ifademle aralarına karışmam gerekiyordu. Rol yeteneğimin ne derece kötü olduğunu bildiğimden dolayı, bunu yapabileceğime inanmıyordum.

Saatin oraya geldiğimde, salonda birkaç fısıldaşan insan dışında çoğu konuşmayı kesmişti. Bana bakan gözlere aldırmadan, çarpan kalbimin yerinden çıkmaması için nefesimi sonuna kadar çekerek birkaç adım ilerledim.

Basamaklardan inerek geniş yemek salonuna adımımı attığımda, süt dökmüş gibi etrafıma bakarken, yanıma, siyah saçlarının aksi tenine uyumlu taktığı beyaz incili, siyah elbiseli bir kadın geldi. Buradaki kadınların aksine biraz balıketli olsa da, bu durumun yüzünde oluşturduğu hafif tombulluk sert mizacında bir değişiklik yaratmamıştı.

Mavi gözleriyle beni baştan aşağı süzerken, yerin dibine giriyormuşum gibi hissediyordum. Fakat benim korktuğumun aksine, yüzüne sıcak bir gülümseme ekleyerek beni selamladı.

"Sen Emma Livingston olmalısın. Köşede akbaba gibi bekleyen kokonalar arasında epey ünlüsün. Dikkatli olsan iyi edersin." dediğinde, beyaz dişlerini sonuna kadar göstererek gülümsedi.

Böyle beklenmedik bir tepkiye hazır olmadığımdan ne diyeceğimi bilemez halde bocalamaya başladım. Neyse ki, beni daha fazla telaşa bırakmadan konuşmasına devam etti.

"Ben Margaret Molly Brown. Ama bana Molly desen yeterli."

Kim olduğunu öğrendiğimde içimde oluşan rahatlamanın asıl sebebi, filmden etkilenmemden dolayıydı. Filmde Jack'e oğlunun giysisini vererek yardım ediyorsa, umarım bana da yardım ederdi. Sanırım boş bir inancın içindeydim fakat başka türlü ayakta kalamazdım.

"Yüz yüze tanışmış olmasak da sizi biliyorum." dedim gülümsemeye çalışarak. Fakat ben filmi kastederken, o dediğimi yanlış anlamış olacaktı ki bir anda yüzünü buruşturdu.

ZAMANIN ÇİZGİLERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin