Evin duvarları yukarı doğru oval bir şekilde geliyordu. Her yana bistrolar konulmuştu ve insanlar birkaç kişilik gruplar halinde bistroların etrafına dağılmıştı. Dışarıdan camla kaplanan balon şekli, içeriden duvarlarla kaplı gibiydi. Dışarıyı göremiyorduk. Beni nasıl fark ettiklerini hala çözememiştim.
"Bir şeyler iç." Lumina gülümseyerek elinde hangi maddeden yapıldığını pek anlayamadığım bir bardağı bana doğru uzattı. Tedirginlikle bir yudum aldım. Sert bir şeyler bekliyorken içtiğim sıvının tadını alınca şaşkınlıkla kızın yüzüne baktım.
"Bu bir su!"
Küçük çaplı bir kahkaha attıktan sonra tekrar ciddi haline geri döndü. "Gerçekten su içmeyi mi hayal ettin?" dedi. Şimdi içtiğim sıvı ne hayal edersem o mu oluyordu? Çaktırmamak için ben de güldüm. "Bilirsin, su hele ki böyle zamanlarda çok önemli." dedim. Sözüm üzerine bir iç çekti.
"Haklısın. Keşke gerçek su olsa... En son içtiğimde çok küçüktüm. Ama o ferahlığı asla unutamam." Nasıl yani? Su da mı artık yoktu? Dünya nasıl bu hale gelmişti? Gerçekten de bu çağda yaşayanlar vahim bir haldeydiler. Bu yüzyılda yaşamadığım için şükrettim. Buradaki insanlar bir damla suya servetlerini ödeyebileceklerken benim çağımdakiler kıymetini bilmeden nasıl da heba ediyordu tonlarcasını. Ayrıca içtiğim şeyin ne olduğunu soramamak da beni tedirgin etmişti. Burada aldığım kimyasal bin yıl önceki bir bedene uygun muydu?
"Neyse tatlım ben diğer misafirlerle ilgilenmeliyim. Canın sıkılırsa tekrar bul beni." dedi ve oradan uzaklaştı. Ben ise akıllanmamış halde, elimdeki yapay sudan bir yudum daha alarak etrafı izlemeye başladım.
Üzerinde deri giysiler bulunan, bizim çağa göre aralarında absürd kaçmayacak bir adam gözüme çarptı. Esmer, siyah saçlarını arkaya doğru özenle taramış, bizim zamanın İsmail Yk'sı gibi durmuştu. Demekki bizimki yanlış çağda doğmuş. Bu zamanda olsa ortamların aranılan tipi olacakmış.
Yavaşça elini duvara değdirdi ve o an duvar şeffaf bir hâl aldı. Gökyüzü tamamen önümüze serildi. Şimdi beni nasıl fark ettiklerini anlayabilmiştim. Hayallerimin evi olacak kadar mucizeviydi.
Ona doğru birkaç adım atmamla deri kaplı adamın yanına vardım. Yüzünü çevirip bana bakmadı. Ben de zaten dışarısının görüntüsünü büyülenmiş bir şekilde izlemeye başlamıştım. Dışarıdayken o kadar dikkat edememiştim. Gökyüzü kızıl bir hal almış, dışarıda kurak topraktan başka bir şey gözükmüyordu. Birkaç buna benzer yapıdan başka hiçbir şey yoktu. Ne bir ağaç, ne bir sokak hayvanı... Gökyüzünde kuş bile uçmuyordu.
"Dünya ölüyor." dedi adam sessizliği bozarak. "Oysa bir zamanlar ne kadar güzeldi değil mi? Gökyüzü masmaviydi, bulutlar bembeyaz, etraf yemyeşil, hayvanlar hayattaydı." Sanki o günleri görmüşçesine konuşuyordu. Sanki her şey ellerinden bir anda alınmış gibi.
"Sence de ilk geldiğin yerin dünyanın öldüğü zaman olması çok ironik değil mi? Bir tesadüf olarak hiçbir zaman adlandırmayacaksın bunu." Söyledikleri karşısında şaşkınlıktan elimdeki bardağı düşürmüştüm.
"Daha önce tanışıyor muyuz?"
"Benim için evet, senin için hayır. Daha doğrusu bu senin için ilk karşılaşma, benim için ise son karşılaşmamız. İleride neyden bahsettiğimi daha iyi anlayacaksın. Yarın bu gezegeni terk ediyorum. Her neyse, senin artık gitmen lazım. Tanışman gereken birisi var. Onu bekletme." dedi simsiyah gözlerini bana dikerek. "Hoşçakal, Klotho." Göz kırptı ve oradan uzaklaşmaya başladı. Klotho?
Arkasından seslendim. "İsmin ne peki her şeyi bilen gizemli adam? Seni gördüğüm zaman isminle seslenmek isterim." dedim. Belki fikrini değiştirir her şeyi döner anlatır diye düşündüm. Filmlerde hep böyle olurdu. O öyle yapmadı. Arkasını döndü. Gülümsedi. "Bana Eternus diye seslenirler." dedi ve tekrar arkasını dönerek yürümeye devam etti.
İlk önce adamı takip etmeyi düşündüm. Fakat esrarengiz ve keskin tavrı biraz tuhaf geldiği için vazgeçtim. Burada daha fazla cevap bulamayacağımı anlayınca, ben de ilk önce kimsenin beni göremeyeceği bir yere gittim, dijital masa saatini çantamdan çıkardım ve verilen tarihi, koordinatları girerek tuşa bastım. Işık huzmesi beni tekrar içine aldı ve parçalarıma ayırdı. Her seferinde bu boşluk, bu kaybolmuşluk hissini hissetmek zorunda mıydım?
Gözlerimi açtığımda bu sefer gerçekten kendimi yetmişlerin ortasında buldum. Halka açık tuvaletlerden birindeydim. Neyse ki içeride birinin bulunduğu zamana denk gelmemişti. Kimse tuvaletini yaparken kalp krizi geçirerek ölmeyi haketmiyordu bence.
Halka açık tuvaletten çıktığımda, elinde içecekler olan adam bana garip bakışlarla baktı. Sonra da dışarı çıktı. Sanırım küçük bir çay bahçesindeydim.
Ben de adamı takip ederek dışarı çıktım. Etrafıma bakınarak hem bulunduğum yeri inceliyor, hem de tipini bile bilmediğim bu adamı nasıl bulacağımı düşünüyordum.
Bulunduğum mekanın pek de çay bahçesini andırmadığını fark ettim. Daha yeni bir cafeleşme türündeydi. Bunca insan arasında doğru kişiyi nasıl seçebilirdim ki?
Arkamdan birinin omzuma dokunmasıyla irkilerek döndüm. Karşımda saç sakal birbirine karışmış bir adam duruyordu. Dilenci olmalıydı.
"Bende para falan yok. Allah versin." dedim. Sonra da kim bilir hangi ülkede hangi inancın ortasındayım diye düşündüm.
"Kağıtta yazan kız sen olmalısın." dedi elindeki kağıt parçasını bana uzatarak. Elinde duran kağıdı aldım.
" 13 Temmuz 1975 15:30 Hayvanat Bahçesi'nin yanındaki cafede tuhaf görünümlü bir kızla buluş. Orada bir emanetin var."
"Tuhaf görünümlü mü?" diye kızgınlıkla baktım. Ah profesör, bana laf etmesen olmaz!
"Haksız sayılmaz bence." dedi beni süzerek. Ona gözlerimi devirerek baktığımda içimden çoktan söylenmeye başlamıştım.
Sen kendine bak gören yandaki hayvanat bahçesinden kaçmış orangutan sanıp peşine düşecek. İçimden bunları demek geçse de sustum. Adam arızalı biri olabilirdi.
"Odamda bu notu buldum. Neymiş emanet, ver de gideyim." dedi umursamaz bir tavırla.
"Burada olmaz, önce daha sakin bir yere gidelim." dedim.
Beraber cafeden çıkarken önümde yürüyen adamı daha bir inceleme fırsatı yakaladım. Saç sakal birbirine karışmış olmasına rağmen açık kumral oluşu, onu biraz kabasakal halinden uzaklaştırıyordu.
Yüzünde en çok dikkat çeken yeri şüphesiz ki yeşil gözleriydi. Yağmur ormanları kadar derin ve bir o kadar yoğun bakıyordu. Sakallarının ardında ise hafif kemikli duran yüz hattı, yuvarlaklığını hala koruyarak onda tatlı bir izlenim yaratabilirdi. Fakat bu sakallarla işi oldukça zordu.
Fiziksel olarak boyu yüz seksen santim civarında olmalıydı. Omuzları da yapısal olarak genişlik gösteriyordu. Kaslı kolları yoktu, kesinlikle spor yapmayı sevmiyordu ve genetiğinde geniş omuzlu genlerin olmasının ekmeğini yiyordu. Ayrıca hafif çıkıntı yapan ayva göbeğiyle yemek yemeyi de sevdiği belli oluyordu.
Ben zamanda yolculuğu bu at hırsızı tipli adamla mı yapacaktım yani? Kadere bak!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMANIN ÇİZGİLERİ
Science FictionOldukça sıradan bir hayatınız varken dünyanın en önemli görevi size verilseydi ne yapardınız? Hem de bu görevi hayatınızın büyük kısmını zindana çevirmiş bir adamın gençliğiyle üstlendiğinizi öğrenseniz? Zamanda yolculuk yaparken aynı anda yaşadıkla...