Gözlerimi açtığımda bir kırlıkta kendimi boylu boyunca uzanmış olarak buldum. Pek sık olmasa da etrafımız ağaçlarla çevrilmişti. Hemen kalkıp makineye baktım. 12 Nisan 1607. Son anda elime dokunmasıyla sadece tarih ayarları değişmişti. Neyse ki konum aynıydı ve nerede olduğumuzu az çok biliyordum. Osmanlı'da.
"Neredeyiz biz? Neler oluyor?" Profesörün genç at hırsızı, telaşla deli divane dolanmaya başladığında ona bakışlarımı çevirdim. Bu şaşkının benimle olduğunu unutmuştum.
"Zamanda yolculuk yaptık. Senin son anda elime dokunmanla dört yüz yıl geriye geldik." dedim ters ters bakarak.
"Nasıl yani? Bir yanılsama olmalı. Bir dekor..."
İnkar etmeye çalışması üzerine derin bir of çektim. "Önyargını kırar mısın artık? Şimdi daha önemli bir problemimiz var. Dört yüz yıl diyorum?" Cidden gençliği yaşlılığı fark etmiyordu. Her yaşta beni canımdan bezdirmeyi başarıyordu.
"Diyelim ki doğru? O zaman hemen geri dönelim. Ne yapacağız burada?"
"Sağol bay zeki ben bunu hiç düşünmemiştim gerçekten. Makinenin enerji toplaması lazım. Neyle çalışıyor sanıyorsun?"
"İyi be bir şey demedik! Bana şimdi doğru dürüst anlat, neler dönüyor?"
"Anlatmıştım." dedim bıkkınca.
"O zaman inanmayarak dinlemiştim. Yani gerçekten profesör mü oluyorum?" Kendisinin bile inancı yoktu. Olmuyorsun diyerek kandırsam mı? O da vazgeçerdi okumaktan. Hayatımı kurtarmış olurdum!
"Evet. Zaman makinesini yok etmenin yolunu bulmamız gerek işte. Gelecekteki sen öyle dedin. Ayrıca, sanırım başımız belaya girebilir çünkü peşimizde olanlar da varmış."
"Aman ne güzel. Yani desene elde var sıfır bilgi! Bunlarla hiçbir yere varamayız."
Öfkeyle ayağa kalktım. "Küçük bir çocuk gibi mızmızlanmayı bırakacaksan, artık ne yapacağımızı düşünebilir miyiz? Hava birazdan kararacak ve tüm geceyi bu soğuk ormanda geçiremeyiz. Vahşi hayvanları da hesaba katarsak..." Benim yarım kalan cümlem üzerine bir şey diyecek gibi olsa da sustu.
"Neredeyiz peki tam olarak?" dedi pes ederek.
"Osmanlı'dayız. Tarih bilgilerimde yanılmıyorsam I.Ahmet dönemindeyiz."
O sırada yanımızda bir at arabasının sesi duyulmuştu. İkimiz de şaşkınlık ve korkuyla sesin geldiği yöne baktık. Arabanın üzerindeki adam bizi garip gözlerle inceliyordu. Gözleri giysilerimiz ve yüzümüz arasında mekik dokuyordu.
"Siz kimsiniz?" diye sordu adam arabasından inmeyerek. Atın dizginlerini elinde sımsıkı tutuyordu. Her an kaçmaya hazırdı. Eğer onu korkutursak, burada hayatta kalmak için son şansımızı kaybetmiş olurduk.
Adamın sorusunun üzerine Thomas gözlerini iyice iri iri açarak bana eğildi.
"Osmanlıda İngilizce mi konuşuluyordu?" diye fısıltıyla sordu. Kahkaha atmamak için dişlerimi sıkmak zorunda kaldım.
"O çektiğin acıların mükafatı, boynuna taktığım çip dışarıdan konuşulanları senin beynine çevirerek gönderiyor ve senin söylemek istediklerini de karşındakinin diline çevirerek dudaklarından dökülmesini sağlıyor. Yani ikimiz de Türkçe konuşuyoruz." dedim sesimi en kısık tonda ayarlayarak. O ise hala şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu. Fakat onun merakından daha önemli karşımızda bize ucube gözüyle bakan orta yaşlı adamdı.
"Hırsızlar, eşkıyalar... Kıyafetlerimize kadar çaldılar. İç çamaşırlarıyla ortada kalakaldım." dedim ağlıyormuş gibi yaparak. Bir yandan da kolumla Thomas'ı dürttüm oyunuma uyması için. O da hemen kendisini toparladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMANIN ÇİZGİLERİ
Science FictionOldukça sıradan bir hayatınız varken dünyanın en önemli görevi size verilseydi ne yapardınız? Hem de bu görevi hayatınızın büyük kısmını zindana çevirmiş bir adamın gençliğiyle üstlendiğinizi öğrenseniz? Zamanda yolculuk yaparken aynı anda yaşadıkla...