BÖLÜM 29

2K 87 4
                                    

Bir ygs ve lys mağduru olarak, sabrınızdan dolayı çok teşekkür edip, sürpriz bir bölüm hazırladım. Umarım beğenirsiniz. İyi okumalar!

O sabah diğer günlerden daha güzeldi. Sarayın o güzel ve renkli bahçesinde dolaşırken, gül kokuları burnuma doluyor; güneş yüzümü ısıtıyordu. Bahçenin en ücra yerlerine gidip, görmediğim yerleri görüp, tek başıma dolaşmak ve düşünmek istiyordum. Arkamdaki cariyelere burada beklemelerini söyleyerek, şimdiye kadar hiç gitmediğim bir yola saptım. Boyumu geçen biçilmiş çalılar, yolu gösteriyordu bana adeta. Yemyeşil çalıların üstünde yeni açmaya başlayan beyaz çiçekler vardı. Kimisi açmış, kimisi henüz açmamış çiçekler harika bir görüntü oluşturuyordu. Birden bire gözetleniyormuş hissine kapıldım. Arkama baktım ama kimse yoktu. Yürümeye devam etmenin en iyisi olacağını düşündüm. Bir çift gözün üstümde olduğunu hala hissedebiliyordum. Ağalardan biridir diye düşündüm. Daha doğrusu öyle olduğunu umdum. Sarayın içindeyiz, sana kimse zarar veremez. Ama onca cariyenin cenazesinin çıktığı yer değil miydi Topkapı Sarayı? Hızla atmaya başlayan kalbimi umursamamaya çalıştım. Arkamdan çalıların üstüne basılma sesi duyduğum anda kalbim duracak gibi hissettim ve aniden durup arkama baktım. "Kim var orada?" Soruma bir cevap alamadım. Artık tedirgin olmaya başlamıştım. Arkana bakmadan buradan uzaklaşmalısın Sophie... iç sesimi dinlemeye karar verip arkama bakmadan hızlı adımlarla yürümeye başladım. Ben mi çok evhamlıydım yoksa gaipten sesler mi duyuyordum. Ne olduğunu bilmiyordum ama buradan uzaklaşmalıydım. "Sophie De Jong!"

İsmimi duyar duymaz bütün vücudum gerilmişti. Sonunda kim benim aklımı kaçırmaya çalışıyorsa, sonunda ortaya çıkmıştı.

Yavaşça arkamı döndüm. Uzun siyah sakallı, masmavi gözlü, esmer bir yeni çeri, bana yapabildiği en sert bakışıyla bakıyor, bende korkma hissi oluşturuyordu. "Sen kimsin?" Dedim sesimin titrememesi için dua edip hüsrana uğrayarak. İstifini bozmadan bana doğru bir kaç adım attı. Kimdi bu, yeniçeri nasıl destursuz karşıma çıkıp, bana bu kadar yakın durabiliyordu? Daha fazla yaklaşmaması için elimi kaldırdım, "yaklaşma" dedim gözlerinin içine bakarak. "Size mektup var" dedi ve yeleğinin içine elini koydu. Gözlerim hem yeleğinin cebine hem gözlerine gidip gidip geliyordu. Ya mektup yerine bıçak çıkarırsa, ya beni öldürürse... bana günler gibi gelen saniyelerden sonra açık kahverengi ikiye katlanmış kağıdı çıkardı ve bana yaklaşmadan iki parmağının arasında bana uzattı. Çıkan kağıda bakarak derin bir nefes verdim, bıçak çıkacak diye çok korkmuştum. Küçük bir kaç adım atarak elinde tuttuğu mektubu hızla aldım. Mektup mühürlüydü ama mühürün kime ait olduğunu bilmiyordum. "Adın ne?" Dedim gözlerimi mektuptan çekerek. "Adımın bir önemi yok. İhtiyacın olduğu zaman ben seni bulacağım zaten." Dedi. İhtiyacın olduğu zaman... bu da ne demekti şimdi? Ona neden ihtiyacım olsundu ki? Onu son kez süzdükten sonra bir şey demeden arkamı döndüm. Mektubu parmaklarımın arasında sıkı sıkı tutarak saraya doğru yürüdüm.

Akşam, ayın ışığı ve mumun ışığı adeta bir ahenk oluşturarak, odanın yosunlu duvarına yansıyordu. Adam, artık yuvası bildiği bu dört duvarın arasında yatak olarak kullandığı sedirin üstüne oturmuş, küçük penceresinden dışarıya bakıyordu. Düşüncelere dalmıştı adam, her zamanki gibi. Ta ki kapının çalınmasına kadar. "Gir" dedi adam yorgun sesiyle. Mahmut Ağa, bütün cüssesiyle içeriye girdi ve arkasından kapıyı kapattı. Yorgun adam, gelenin Mahmut Ağa olduğunu görünce tekrar önüne döndü. "Verdin mi?" Dedi yorgun sesiyle. "Evet, mektubu verdim." Adam yavaşça arkasınaki yosun tutmuş duvara yaslandı. Dağınık saçları duvardaki gölgesiyle adeta bir ağaç yapraklarını andırıyordu. Birbirine girmiş, sonbaharın rüzgarına kopmamak için direnen sarı yapraklar... "Nasıldı peki?" Dedi yorgun adam, gözünü pencereden ayırmayarak.

"Kim?" Mahmut Ağa sorduğu sorunun cevabını hemen anlamış ve devam etmişti, "Sarı saçları vardı, güneşi bile kıskandıran..." yorgun adamı seyrediyordu bir yandan. Gözlerini kapatmıştı yorgun adam. Sanki Mahmut Ağanın söylediklerini aklında canlandırıyordu. "Bembeyaz teni, güneşin ışığıyla daha da parlıyor, süt beyazına dönüyordu. Denizden bile daha mavi gözleri vardı." Yorgun adam derin bir nefes aldı. Gözleri hala kapalıydı.

Odayı derin bir sessizlik sardı. İki adamın nefes alıp vermesi dahi yankılanıyordu küçük odada. Yutkundu yorgun adam, "peki..." dedi gözlerini açmayarak. "Mutlu muydu?" Mahmut Ağa cevap vermeden önce söyleyeceklerini iyice tarttı. Kısa süren bir sessizlikten sonra "evet" dedi, "mutluydu."

Yorgun adamın gözünden süzülen bir damla yaşı mum ışığında zar zor görebilmişti. Adamın ne kadar kötü hissettiğini tahmin dahi edemiyordu ağa. Yorgun adamı yalnız bırakmanın en iyisi olacağına karar verip, kapıya döndüğü anda bir hıçkırık duydu. Adam hıçkırıyordu. Ağa omzunun üstünden döndü ve adama baktı. Başını duvara belli belirsiz vurarak ağlayan adamı gördüğünde, onu teselli etmek için bir kaç şey söylemeye karar verdi. Ama sonra vazgeçti. Hiçbir söz onu teselli edemezdi, bu adamın acısını alamazdı. Kapıyı açtı ağa. Ve çıktı rutubetli odadan.

Ağa biliyordu ki, bu yorgun adamın yorgunluğu yaptığı işten dolayı değildi. Biliyordu ki bu adamın yorgunluğu onun içindeydi. İçi yorgundu adamın, aklı yorgundu, kalbi yorgundu.

O gece adam için bitmeyecekti. Beklemek çok zordu. Hele ki o sarı saçlı kadın için beklemek daha da zordu. Adam, o gece hep ağlayacaktı. Hayaller kurup, hülyalara dalacaktı. Bazen kendi hülyasında boğulacaktı. Ama adam akıllanmayacaktı. O gece, güneş hiç doğmayacaktı onun için. Diğer geceler ki gibi. Ve adam hiç uyuyamayacaktı, uyumak istemeyecekti. Ondan ayrı geçirdiği bir uyku haramdı ona. Başını tekrar duvara vurdu adam, sanki başının ağrısı kalbindekini götürebilecekmiş gibi. Dişlerini sıkarak ağladı adam, içinden çığlıklar atarak. Bütün gece ağladı adam, gözyaşlarının son damlasına kadar ağladı...

SOPHIE (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin