Altın koridorda yürürken başım dönüyordu. Sanki yer altımdan kayıp gidiyor, ben ise ayaklarımı hareket ettirmiyordum. Nazperver'in sesi kulaklarımda uğulduyordu, hünkarımız Maria ile halvette...
Nazperver'in dediğine önce inanmamıştım. Daha doğrusu inanmak istememiştim. Kendi kulaklarımla duymak benim için daha iyi olacaktı. En azından ben öyle düşünmüştüm. Has odanın önüne gelip, hünkarı görmek istediğimi söyleyince, şuanda halvette olduğunu öğrenmiştim ve bir süre hiçbir şey duymamış, hiçbir şey idrak edememiştim. Ve işte şimdi, nereye gittiğimi bilmeden altın koridorda yürüyordum. Tenime deyen rüzgar ile ürperdim ve rüzgarın girdiği yere baktım. Bahçeye açılan kapının tülleri, sanki beni çağırıyormuş gibi havalanıyordu. Çağrıya kulak verdim ve bahçeye çıktım. Kapkaranlık ve sessizdi. Rüzgarın hafif esintisinin, yaprakların üstünde bıraktığı etki haricinde bir şey yoktu. Altımdaki yaprakların hışırtısıyla ilerledim. Nereye gittiğimi, neden gittiğimi bilmiyordum. Kalbim acıyordu. Çok acıyordu...
En sonunda bir çeşmenin önüne geldim. Beyaz mermerden yapılan çeşmenin altın muslukları, gecenin tüm her şeyi yutan karanlığına aldırmayarak ışıl ışıl parlıyordu. Yuvarlak çeşmenin, beyaz mermerine oturdum ve içinde biriken suya baktım. Yansımam, ayın ışığıyla suya vuruyordu ve rüzgarla dalgalanıyordu. Ayaklarım uyuşuyor, ellerim üşüyordu.
"Sen kimsin?" Dedi yansımam. Sahiden, ben kimdim? Hollandalı asilzade Sophie De Jong muydum? Yoksa kralın metresi miydim? Osmanlı Vezir-i Azamı'nın karısı? Padişahın öz kardeşinin hanımı? Yutkundum, yoksa Osmanlı'nın padişahı Dördüncü Murad'ın gizli cariyesi? "Sen kimsin? Bir hiç misin? Bir bedenden ibaret misin?" Daha hızlı dalgalanmaya başlayan yansımama daha fazla bakamıyordum. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Bir hiç... işte ben buydum. Beni korumak için önce vezirle evlendirilen, sonra tekrar korumak için şehzade ile nikah kıydırılan, bazı geceler hünkarın yatağını şenlendirmekle yükümlü bir hiç. Kendi yurdunda, kendi memleketinde, çocukluğunun geçtiği bahçede masumiyeti zorla elinden alınmış, belkide onu tek seven insanı kollarının arasında kaybetmiş, her şeyi unutmaya ve yeni bir hayat kurmaya çalışmış, gerçekten güvendiği kocasının aslında tamamen bir yalan olduğunu öğrenmiş, kucağında bebeğiyle kalmış, bütün zorluklara tek başına göğüs germiş bir hiçtim.
"Evet, sen bir hiçsin. Kullanılmaya razı bir hiç..." gözlerimi kapattığım halde yansımam hala oradaydı. Gözlerimi açtım ve bir süre daha yansımama baktım. "Lütfen sus" diye fısıldadım. "Lütfen..." yalvarmam hoşuna gitmiş gibi derinden bir kahkaha attı ve kahkahası kulaklarımda çınladı. Daha fazla dayanamayacaktım. Elimi suya daldırdım ve yansımam daireler halinde kayboldu. Oturduğum soğuk mermerden hızla kalktım ve kalkar kalkmaz ayaklarım daha da uyuşmaya başladı.
Bedenimi daha fazla taşıyamayacağını anladığım ayaklarıma izin verdim ve dizlerimin üstüne düştüm. Kalbimdeki derin sızı, dizlerimin ağrısını bir hayli bastırıyordu. Sahi, dizlerim ağrıyor muydu ki?
Ağla dedim kendime. Ağla, rahatla. En olur olmadık zamanlarda akan yaşlar, inadımaymış gibi direniyorlardı. Tek bir gözyaşı bile yoktu. Gözlerimi sıkıca kapattım ve yaşların akması için uğraştım. Hayır... olmuyordu. "Allahım" dedim gözlerimi açmadan. "Sana sığınıyorum... bana yardım et" esen rüzgar ürpermeme ve bedenimin daha da uyuşmasına sebep oldu. Gözlerimi açtığımda siyah bir gölgenin bana doğru geldiğini gördüm. Etraf o kadar bulanıktı ki... hiçbir şey göremiyor, bana doğru gelen siyah gölgenin kim olduğunu seçemiyordum. En sonunda daha fazla dayanamayarak, uyuşmanın ruhumu ele geçirmesine izin verdim. Başım, sert toprağa değince, son gördüğüm şey siyah sakallı bir yüzdü...
![](https://img.wattpad.com/cover/23631844-288-k119877.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SOPHIE (TAMAMLANDI)
Historical FictionBen Sophie De Jong. Hollanda'dan kaçıp Osmanlı Sarayı'na, Dördüncü Murad'a sığındım. Gençtim, masumdum, korkaktım. Sonra aşkı tattım, acıyı tattım, ölümü tattım. Eş oldum, anne oldum, kul oldum. Savaştım, yenildim, yendim. Ben artık eski Sophie De J...