BÖLÜM 66

876 52 3
                                    

O gün çok sessizdi. Herkes Nazperver'in sessiz gidişini, aynı sessizlikle karşılamıştı. Kimisi içten içe seviniyordu ölümüne. Onun ölümüyle birlikte belki Murad'ın gözüne, daha da önemlisi yatağına girebilme ihtimallerinin çoğaldığını düşünüyorlardı çünkü. Kimisi üzülüyordu çünkü Nazperver'in onlara bir zararı dokunmamıştı. Aksine hemen hemen her gün taşlığa inip hatunlarla sohbet ediyordu zamanında. Geri kalanı ise ya geride kalan Şehzade Ahmed'e üzülüyorlardı ya da hiçbir şey hissetmiyorlardı. Benim ne hissettiğime gelecek olursam, bende bilmiyordum. Bir tarafım rahatlamıştı çünkü Nazperver beni açık açık evlatlarımla tehdit etmişti. Bir tarafım buruktu çünkü o benim buraya geldiğimde edindiğim tek dostumdu. Şehzade Ahmed'e elbet üzülüyordum, validesiyle çok yakın bir ilişkileri vardı ve birden bire onu kaybetmek, onu daha da içine gömmüştü. Ahmed zaten sessiz sakin, etliye sütlüye karışmayan bir şehzadeydi. Ama kendi evlatlarımı düşününce, tekrardan bir rahatlama geliyordu çünkü Ahmed'in belki de en büyük dayanaklarından biri gitmişti. Kösem zaten saraydan uzaklaştırılmıştı. Şuan Ahmed'in tek bir gücü vardı, damarlarında akan Murad'ın kanı. Tek gücü Murad'tı ve Murad'ın veliaht olarak seçtiği kişi belliydi. Zaten Ahmed'in tahta çıkması, sadece saraydakiler için değil, tüm Osmanlı için sürpriz olurdu. Herkes Selim'i benimsemişti, Selim çevikti, kuvvetli ve heybetliydi. Ayrıca zeki ve konuşkandı da. Boş konuşmazdı ama konuşulması gerektiğinde herkesi istemsizce sustururdu. Bayezid de Selim'e çok benziyordu. İkisi de ağır başlı ve korkusuzdular ama Ahmed öyle değildi. Evet içten içe o da güçlüydü belki, ama padişah ya da veliaht şehzade olmak sadece bilek gücüyle alakalı değildi.

"Sultanım" Firuze'nin sesiyle düşüncelerimden aniden sıyrıldım. Sanki tüm o düşünceler, atılan taşla dalgalanan su gibi gitmişti gözümün önünden. "Siz iyi misiniz?". Firuze'nin endişeli bakışlarını görebiliyordum. Bende bilmiyordum iyi olup olmadığımı. Belki ağlasam, bağırsam ve odadaki tüm eşyaları yıksam rahatlardım belki ama yapamazdım. Haseki Sultan delirdi ya da Sophie en sonunda patladı dedirtemezdim kimseye. "Bende bilmiyorum, Firuze. Bir tarafım hüzünlü" dedim gözlerine bakarak. Sonra istemsizce başımı eğdim. Bunu söylemeye dilim varmıyordu ama Allah'ın bildiğini kuldan neden saklasaydım ki? "bir tarafım da Allah affetsin, rahatladı". Firuze anlayışla başını salladı ve eteğimin dibine oturdu. Elini sanki bana katılıyormuş gibi dizime koydu. "Sultanım, tüm hayatım boyunca sizin yaşadıklarınızı yaşayıp, hala bu kadar güçlü kalan bir hatun tanımadım. Zordur elbet iki kulun kavga etmesi. Ama bir şey vardır ki bundan daha zordur; kulun kendisiyle kavgası". Elinin ve laflarının sıcaklığıyla derin bir nefes aldım. Gözlerimin yaşardığını, Firuze'nin bulanıklaşmasıyla fark ettim. "İlk Osmanlı'ya geldiğimde, kendimi denize atmayı düşündüm" dedim fısıltıyla. Pes etmek acizlikti ve ben o zamanlar pes etmeye tırnak ucu kadar yakındım, acizdim. "Bazen diyorum ki, eğer atsaydım denize kendimi, şuan herkes daha mı mutlu olacaktı?". Gözyaşlarımın görünmemesi için başımı önüme eğdim ve gözlerimi kapattım. Kapatmamla birlikte iki gözümden de yaşların akması bir oldu.

Çarşıya çıktığım zamanları çok seviyordum. Evinde kaldığım ve karşılığında işlerini yaptığım Yahudi kadından başka insan gördüğüm yegane zamanlardandı. Ama bunu sürekli yapamıyordum çünkü açlıktan ağzın kokmasının ne demek olduğunu anlamıştım o zamanlarda. Suyu kaynatıp, içine ekmeğin azını dilimleyip, çorba niyetine içerdim bazı geceler. O gün ise, Yahudi kadın elime birkaç para koymuştu ve gidip bir şeyler almamı, onunla konuşurken ağzımı mümkün mertebe açmamamı çünkü kokudan ölmekten korktuğunu söylemişti.

Parmağımla patatesleri göstermiştim, "ne kadar?". Adam beni baştan aşağıya süzdükten sonra, "sende ne kadar var hatun?" demişti. Cebimde sıkı sıkı tuttuğum parayı çıkarıp adama göstermiştim. Adamın yandan gülüşüyle bana bakıp, "bununla bir tanesini bile zor alırsın. Hadi hatun, önümü kapatma" dediğini hatırlıyordum. Hayatımda hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Elimi, annemden yadigar olan haçlı kolyeye götürdüm, Tanrım merhamet et. Birkaç adım yürüdükten sonra, daha deminkinden daha küçük bir dükkana sahip olan esnafa yaklaştım. Diğerinden daha eski gibi görünen tahta tezgahları vardı, belki daha ucuza satar diye düşünüp, tekrar parmağımla patatesleri gösterdim. Paramı gösterdikten sonra, "bu para yetmez ama istersen hiç para vermeden, senin olabilirler" dedi çarpık, pis bir gülümsemeyle. İlk önce anlam veremeyerek sevinmiştim ama sonradan adamın niyetini anlamıştım. Arkama bile bakmadan koşmuştum, sağımdakilere solumdakilere çarpıyordum. Kimisi arkamdan bağırıyor, kimisi kendi kendine söyleniyordu. Nefesim kesilmeye başlayınca durdum, çok yorulmuştum. Her şeyden yorulmuştum, en çok da hayattan, yaşamaktan. "Neden koşuyorsun hatun?". Sese dönünce, güzel, ipek kıyafetler giymiş, esmer bir hatun görmüştüm. Yüzünde hiçbir ifade yoktu nerdeyse. Ne bir şefkat, ne bir anlayış... Ama sevindiğim yanı, yüzünde herhangi bir kötülük de yoktu. "Yok bir şey" dedim ve bir adım attım. "Gel bir suyumu iç, ferahlarsın". Durdum ve tekrar ona döndüm. Bana gülümsüyordu, hem de gayet içten gülümsüyordu.

SOPHIE (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin