Efrain Blake'le uyumaktan daha güzel bir şey varsa o da uykuya daldıktan sonra bile birlikte olabilmekti. Hiç kimsenin bilmediği bir şekilde. Rüyalarımızda.
Bu sefer dalgaların sesine çok uzaktan gelen müzik sesleri eşlik ediyordu; ılık bir gecede -muhtemelen yazdı- ay gökyüzünde tüm ihtişamıyla parlarken ve rüzgar saçlarımın arasından geçerken okyanusun tuzlu kokusunu içime çektim. Biraz uzakta ağaç dallarının arasında gri ve turkuaz bir parıltı göze çarpıyordu, gümüş sarmaşıkların ardındaki şelaleden akan su hemen ileride bir nehir yatağına akıyor ve göz kamaştırıyordu. Tıpkı şişeye koyulduğu zaman olduğu gibi turkuaz ve gri sıvı birbirlerine karışmadan yan yana akıyordu. Bakarken bile hoş aromasının damağıma çarparak dağıldığını hissedebiliyordum.
Rüzgar, eteğimi oyuncak bebeklerinkine benzer şekilde kabartana dek üzerimdeki kıyafetin tuhaflığını fark etmemiştim. Aslına bakılırsa "tuhaf" yanlış bir kelime seçimiydi, yalnızca yaklaşık elli-altmış yıl önceden kalmış gibiydi ve oldukça şık görünüyordu. Kırmızı bir elbiseydi, ensemden bağlanmıştı, kabarık eteği dizlerime dek iniyordu, ellerimde de elbisenin rengine uyacak kısa eldivenler vardı, ayaklarımda da kısa topuklu ayakkabılar. Ellerimi normalden daha kısa olan, kabarık saçlarımda gezdirirken gülümsedim. Yanlışlıkla zamanda geriye falan mı gitmiştim?
Boğuk müzik sesinin nereden geldiğini anlamak için geriye dönmemle birine çarpıp ufak bir çığlık atmam bir oldu.
"Size eşlik edebilir miyim hanımefendi?" Elini son derece nazikçe bana uzatan kişi Efrain'den başkası değildi, ama beklenmedik varlığıyla karşılaştığımda az kalsın küçük dilimi yutacaktım. Benim gibi o da 1960lı yılların modasına uygun giyinmişti. Siyah ve bol kumaş pantolonu, pantolonun içine soktuğu beyaz, kısa kollu gömleği ve kafasındaki siyah melon şapkayla aklımı başımdan alacak kadar iyi gözüküyordu.
Şaşkınlığımı ikiye katlayan şey bugün dolunay olmamasına rağmen konuşmasıydı. Kalbim kulaklarımda atıyordu adeta. "Sen... konuşuyorsun," dedim şaşkınlıkla.
Elimi tutarak beni biraz kendine çekti. "Sana daha ilginç bir şey söylememi ister misin?" dedi yanağını yanağıma yaslayarak. "Şu an 1967 yılındayız."
"Ne?" Uzaktan gelen müzik iki saniyeliğine durdu ve alkış sesleri yükseldi, sonra yeni bir şarkı başladı.
"Rüyalarımızda özgürüz ve ben de bugün seni güzel bir yere getirmek istedim." Duraksadı, nefesi kulağımı sıyırıp geçiyordu. "Muhteşem görünüyorsun."
"Sen... sen de öyle." Aslını isterseniz şu anda yüzüm üzerimdeki elbisenin rengini aratmıyordu.
Elimi tuttu ve ay ışığının aydınlattığı kumsalda yürümeye başladık, müzik sesi giderek netleşiyordu ve anlam veremediğim bir şekilde çok heyecanlıydım. Elimdeki eldiven tuhaf hissettiriyordu, fakat hoşuma gitmişti, çok şık gözüküyordu.
Rüyalarımızda özgür olduğumuzu elbette biliyordum, ama rüya bile olsa onunla farklı bir zamanda bulunmak büyüleyici bir deneyimdi. Özellikle normalde bu yılda ikimizin de olmadığını düşünürsek. Annem ve babamın bile henüz doğmadığı bir yıldaydık. Zamanın ötesine geçmiştik sanki. Sıcak bir geceydi, ancak rüzgar insanı serinletiyordu, ay ışığı usulca kıyıya vuran dalgaların ve kum tanelerinin üzerinde parlıyordu, adımlarımız kumda izler bırakıyordu.
Sesler netleştikçe görüş alanımıza minik bir kulübe girdi, vintage konseptli bir kafe veya gece kulübünü andırıyordu. Kapısında yazanı okuyacak kadar yaklaştığımızda Frank Sinatra çalıyordu. Kapıda "Ay Işığı Altında Dans" yazıyordu. Heyecanlı bir çocuk gibi Efrain'in elini sıktım, müzik sesinden dolayı sesimi duyamazdı, fakat "inanılmaz" diye mırıldandım kendi kendime.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DARK MOON
Roman pour AdolescentsBelki de gerçek olan şey rüyalarımızdır... Ve bazen uzun süren bir sessizlik milyonlarca kelimeden daha fazla şey anlatır.