Ben eğlenceli bir kızdım. Dramadan nefret ederdim. Uzun yorucu sohbetlerden, felsefi konuşmalardan, şiirlerden edebiyattan...Hiç gelemezdim böyle romantikliklere. Mesela Titanic'in sonunda ağlamadım ya da ilkokulda öğretmenimizin tayini çıkıp başka bir şehre gittiğinde tüm sınıfla beraber karaları bağlamadım, ben böyle biri hiç olmadım. Ciddiyet kavramı yoktu benim için.
Bugün Mustafa'nın yaptığı konuşma bir hafta önceki beni asla etkilemezdi ne saçmalıyorsun deyip yanından geçip giderdim. Arada beni etkilemek için böyle şairane konuşmalar yapan duygusal olarak beni manipüle etmeye çalışan erkeklerle elbet tanışmıştım ama niyetlerini anlar anlamaz hep uzaklaşırdım. Dedim ya gelemezdim bunlara ben. Zaten aşık olmak falan da imkansızdı gözümde.
Şimdiyse gözlerim dolu Mustafa'ya bakıyordum. Kimsin demişti, gerçekte kimsin? O an düşündüm kimseydim ben, kimsesizdim. Dünyaya tesadüf eseri gelmiş, karbon atomlarından oluşmuş milyarlarca insandan biriyim sanmıştım bugüne kadar değilmişim meğerse. Hiç kimse bu kadar basit değilmiş. Ben o kadar aptalmışım ki görememiştim bu ana kadar gerçeği.
Sorusunu cevaplamadım o da zaten bir cevap beklemiyordu. Geldiğim günden beri içten içe küçümsediğim çok gerici bulduğum insanların benden kat kat olgun ve bilgili olduğunu da o an anlamıştım işte. Meğer olay ışık hızını hesaplamayı bilmekte değilmiş 17.yüzyılda yaşayan biri benden mantıklı ve medeni olabilirmiş.
Hakkı Dede uyandıktan sonra eve doğru yola çıktık. Hiçbirimiz konuşmuyordu. Kafamız doluydu. Ben son günlerde yaşadığım olayın imkansızlığını geçmiş artık kendi psikolojik durumuma şaşırmaya başlamıştım. Ben gibi davranmıyordum. Hakkı Dede muhtemelen Mustafa'yla yaşadıkları tartışmayı ve beni daha ne kadar idare edebileceklerini düşünüyordu. Maalesef çok fazla zamanım var gibi durmuyordu. Her ne kadar o zamanın kadınları gibi giyinsem de farklılığım dikkat çekiyor olmalıydı. Yanımızdan geçen herkes bana dönüp bakıyordu. Daha birkaç hafta önce kuaföre tonla para verip içine sarı ışıltılar attırdığım koyu kahve saçlarım, artık soyulmaya başlamış ojeli tırnaklarım ve beyaz spor ayakkabımla dikkat çekmeme şansım yoktu zaten. Mustafa'nın ne düşündüğünü ise bilmiyordum. Her zamanki gibi sinirli durmuyordu sadece yorulmuş gibiydi.
Eve döndüğümüzde Mustafa hiçbir şey demeden odasına çekildi Hakkı Dede ise her zaman oturduğu mindere yerleşip tesbih çekmeye başladı. Ben yokmuşum gibi davranıyordu ikisi de. Sanırım onlara düşündüğümden fazla zarar vermiştim. Her ne kadar tarih bilgim çok olmasa da şuan yaşadığım devirde devletin zor bir dönemden geçtiğini, yeni savaştan çıkıldığını, sürekli iç çatışmalar ve isyanlar olduğunu duymuştum. Zaten dışarda gezdiğim sürede herkesin çok gergin olduğu ortadaydı, etrafta sürekli sarayın muhafızları geziyor en ufak şüpheliyi sorguya alıyorlardı.
Ben ise aniden buraya düşmüş kimsenin tanımadığı garip bir kızdım. Hakkı Dede bana sahip çıkmasa birkaç günü bırakın yarım saati bile canlı geçiremezdim burada. İnsanlar şüpheleniyordu, anlamıştım. Bu yüzden bir an önce planlarımı eyleme dökmeli ve insanları rahat bırakıp kendi zamanıma dönmeliydim. Cesaretimi toplayıp pencereden dışarıyı izleyen adamın yanına yaklaştım.
"Hakkı Dede ben sana bir şey sormak istiyorum." Konuşmamla tüm dikkatini bana vermişti. "Tabii kızım sor bakalım." Derin bir nefes aldım. "Hükümdarın tatillerinde, boş zamanlarında gittiği Kelebek Konağı diye bir yer varmış nerede biliyor musun?" Hakkı Dede şüpheyle yüzüme baktıktan sonra düşünürcesine beyaz sakallarını kaşımaya başladı. İçimden bildiğim tüm duaları okumaya başladım. İstediğim cevabı almalıydım aksi halde ne yapardım bilmiyordum.
"Sen nereden duydun bunu?" yutkundum benden şüphelenmiş olabilir miydi? "Bizim memlekete kadar gelmişti ünü. Çok güzel bir yer diyorlardı ondan sordum." Tüm şirinliğimle verdiğim cevaba gülümseyince rahatladım. "Kelebek konağı diye bir yer yok yavrum burada. Karıştırmışsın başka yerle. Her karışını bilirim bu toprakların." Cümlesi bittikten sonra donan yüzümle boş boş baktım adamın gözlerine. Binlerce metreden yere çakılmış gibi hissediyordum .
Ellerim titriyordu ve kulaklarım çınlıyordu. Kısa bir an bayılacağım sandım şükürler olsun ki kendimi toparlayıp yere yığılmadan sakinleştim. Yoktu kelebek konağı diye bir yer. Yoktu işte. Tüm planlarım kırılıp toza dönüşmüştü bomboş bakmaya devam ettim Hakkı Dedeye. Bir yandan da onu endişelendirmemek için bir şeyler söylemek istiyordum ama sesim içime kaçmıştı çıkmıyordu.
O da zaten yüzüme bakmıyordu, pencereye dönmüş dışarıyı izliyordu. Bir şey söyleyemeyeceğimi anladıktan sonra odama gitmek istedim. Kafamı toplamalı, ağlamalı, bağırmalı çağırmalı bir çözüm bulmalıydım. Bu cehennemden nasıl kurtulacaktım? Ben kalkmak için hazırlanırken Hakkı Dede'nin tekrar konuşmaya başlamasıyla yerime geri oturdum. "Kelebek konağını bilmem Eylem kızım ama bir kelebek efsanesi anlatılır bu memlekette yıllardır duydun mu onu?" Usulca başımı iki yana salladım.
Her zaman bana güvende hissettiren o gülümsemesini takınarak anlatmaya başladı "Bu efsane bize daha analarımızın kucağındayken anlatılırdı ki bir şeyler öğrenelim, aldığımız nefesin değerini bilelim. Bu toprakların altında kan var kızım. Gözyaşıyla sulanmış bu toprakların ağaçları. Hiç huzur gelmemiş, hiç çocuklar, kadınlar mutlu olmamış burada..." Devam etmesi için kafamı salladığımda derin bir nefes aldı.
"Yıllar yıllar evvel çok zalim bir hükümdar varmış. Her çocuğu anasından koparır kendi için çalıştırır asker diye on üçünde delikanlıları savaşa yollarmış. Her yeri bebek mezarına çevirirmiş. İstediğinin ırzına geçer halkı açlıktan, hastalıktan ölürken altın yatakta yatarmış. Yüce yaradan bu kuluna çok kızmış o kadar kızmış ki bu insanları kurtaracak o adam yerine hükümdar olacak güçlü akıllı merhametli birini göndermeye karar vermiş. Şeytan da boş durmamış ama gitmiş bu zalim hükümdarın büyücüsüne anlatmış.
Hepsini yok edecek bir çocuk doğacağını söylemiş. Büyücü hemen hükümdarı uyarmış. O günden sonra ülkede doğan her çocuğa el konulmuş hepsi sarayda yetiştirilmiş zeki olanların başı ezilmiş. Yaradan emrederse her şey olur işte fakir bir anadan nur topu gibi bir bebek doğmuş. Kimsenin tanımadığı bu kadın yavrusunu gizli saklı büyütmeye başlamış. Bir gün kıskanç komşusu kadını hükümdar şikayet edince bebeğini ormana saklamak zorunda kalmış. Yaradan çocuğu korumak için ormandaki tüm kelebekleri görevlendirmiş hepsi bebeğin etrafına kalkan olmuş onu yedirmiş içirmişler ancak hükümdarın büyücüsü bunu da fark etmiş ve içindeki bebek ve kelebeklerle tüm ormanı yaktırmayı emretmiş. İşte o günden beri bu topraklar gün yüzü görmemiş.
İskender'in ordusu bile geçmek istememiş buradan. İnsanlar hep acı çekmiş ama efsane der ki bir gün bileğinde kelebek olan bir hükümdar gelip herkesi kurtaracak bolluk bereket getirecekmiş. Doğru mudur bilmem bazıları bu kişinin Artun Han olduğunu tam da bileğinde de bir kelebek lekesi olduğu söylüyorlar.
Hepsi hikaye bunların tabii ama bir gerçek var ki Artun Emir Han başımıza geçtiğinden beri daha güvendeyiz. Allah başımızdan eksik etmesin."
Dediklerini bittiğinde tıpkı günler önce Batuhan'ın verdiği kitabı okuduğumda olduğu gibi istemsiz gözlerim dolmuştu üzerimdeki elbisenin kollarını biraz daha çekerek kelebek dövmemi kapattım. Sanki tam bileğimin üzeri yanıyordu. Bu hissettiğim şeyler artık tesadüf olamazdı. Artun Hanı görmek zorundaydım. Onu görmeden ne ben buradan kurtulabilirdim ne de o bu toprakları koruyabilirdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Aynanın Diğer Tarafındakiler
Tarihi KurguÜniversite öğrencisi Eylem; bol bol gezmeyi, kahkahalarla gülmeyi ve kelebekleri fazlasıyla severken, kitaplardan, yalnızlıktan ve ciddi olan her konudan nefret ederdi. Tarih bölümü öğrencisi olan erkek arkadaşının ısrarıyla bir 17.yüzyıl hükümdarın...