PAO 3: Hayal Avcısı

13 3 0
                                    

Medya: Efrar Bağdat.

*********************************************************

İnsanlar, gölge misali birbirlerine çarpa çarpa ilerliyorlardı; sanki hepsi aynı büyülü girdabın içine çekilmiş, varlıklarını kaybedip bir serüvene savrulmuşlardı. Suratlarında donuk bir ifadesizlik vardı ama bu donukluk bir tür kaçış değil, aksine içlerinde sakladıkları fırtınanın bir maskesi gibiydi. Omuzlar çarpıyor ama bedenler bunu umursamıyordu; resmen bu insanlar, bir bedene sahip olmanın yükünü unutmuşlardı. Yüzeysel temasların, anlamsız el sıkışmalarının bile değeri yoktu; hepsi kendi içlerindeki bilinmezliğe yol alıyordu.

Rüzgar yüzüme vurduğunda gözlerimi kapattım; İstanbul'un rüzgarı bile baştan çıkarıcı bir kokuya sahipti. Tamam, bu koku, parfüm şişesini üzerine boşaltan Merve'ye aitmiş. Korkunç bir rehber olarak İstanbul deneyimlerim bu kadardı. Kırmızı ışık hâlâ yanıyordu ve insan kalabalığı, bir karınca sürüsünün disipliniyle aceleci adımlar atıyordu. Sıcak bir ağustos günüydü, ağır ve yapışkan... Ayın son demlerindeydik; yeni ay, yeni belirsizlikler getirecekti. Şahsen, güçlü bir rakip tarafından saf dışı bırakılmayı isterdim, en azından gururum okşanırdı. Azrail ile aramızda özel bir bağ oluşmuştu; beni tanıyordu, networkü genişti, ölürsem ve ruh kalabalığında beni görürse şaşırabilirdi, ardından sarılırdı. Bu düşünceyle istemsizce güldüm. Bana küsmüş de olabilirdi.

Kırmızı ışığın yeşile döneceği anı beklerken, gözlerim bir manzaraya takıldı—dondurmalı küçük bir kız çocuğu. Üzerindeki pembe elbiseyle, masumiyetin en saf hali gibiydi. Saçları iki yandan örülmüş, yüzünde ise hayatı daha yeni keşfetmiş bir gülümseme vardı. Tuhaf, neredeyse acı veren bir masumiyet... Nedenini anlamıştım: Çünkü o henüz kirlenmemişti. Yaşam, ona ellerini sürmemiş, zihni karanlığa bulanmamıştı. Caddenin ortasında öylece duruyor, yeşil ışık yandığı hâlde hareket etmiyordu. Gözleriyle yaklaşan bir adama bakıp utangaçça gülümsedi. Yüzümde hafif bir tebessüm belirdi. Adam, çocuğun tanıdığı biri olmalıydı—görünüşte normal, sıradan bir karşılaşma.

Adam, adım adım yaklaştı. Derken, saniyeler içinde, bedenimdeki kan çekildi. Yüzümdeki gülümseme bir anda paramparça oldu, boğazımda acı bir tat oluştu... Suratına sert bir tokat indiğinde masum beden yere çakıldı. Gözlerim şaşkınlıkla açıldı, bir an için olup biteni anlamaya çalıştım. Gerçek mi bu? Yoksa zihnim mi oyun oynuyor? Adam, tekrar kıza yöneldiğinde, düşünmeye vakit kalmadan arabadan fırladım. Ecrin'in beni durdurmaya çalışmasını duymazdan geldim. Kız, adam tarafından kollarından tutulup sarsılırken yanlarına vardım ve küçük kızı adamın ellerinden kurtardım. Gözlerim bir an için kıza takıldı; aceleyle ona bir şeyler söyledim ama ne dediğimi bile bilmiyordum. Belki kaçmasını söylemiştim, belki de Heraklitos'un diyalektik kuramını anlatıyordum. Ne fark ederdi ki? İçimde bir şey, tam anlamıyla kırılmıştı. Kendimi bir katilin yerine koydum—o otokontrolü kaybetme anı ve kana susamışlık... Raskolnikov'un baltasını aradım bir an; baltam yoktu, bunun için ağlayabilirdim. Yumruğumu sıkarken, adama öfkeyle vurduğumda, yüzü yana savruldu. Nasıl, nasıl vurmuştu o küçük çocuğa? Kafamda yankılanan bu soruyla delirmek üzereydim. Kötülük, çirkinlik, pislik—bunlar çocuklardan uzakta, ulaşamayacakları yerlerde saklanmalıydı. Geleceğin inşa edilmesi gereken tek temeli buydu. Hepsi bu.

Gözlerimi kıza çevirdiğimde, korku gözlerinde parıldıyordu. Dudaklarındaki gülümsemenin yerini kan almıştı. İçimdeki kin büyüdü. Gözlerim dolarken, elimi çocuğun yanağında dolaştırdım. Gökyüzünü kıskandıracak kadar mavi gözlerinde, yaşlar parıltıya karışıp iri bir damla olarak düştü. Dudaklarını birbirine bastırdı, o masumiyetiyle beni bile paramparça edebilirdi. Bu görüntü, öfkemi pekiştirmekten başka işe yaramadı. Sinirle arkamı döndüm.

Perde Arkasındaki Oyun (Düzenlenmekte)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin