PAO 8 Kısım 2: Külkedisi ve Oyun Kurucu Kara Masal'da

9 3 0
                                    

Uyarı: Bu bölümde kan ve şiddet bulunmaktadır.

******************************************

Ne yapacağımı bilmez halde Ayla'ya baktım; gözlerindeki saf dehşetle bedenim kasıldı. O kadar kırılgan ve çaresizdi ki, bütün salonun aynı çaresizliğe kapıldığını hissettim; bir lanet, herkesin omzuna çökmüştü. Ayla, elime yapıştı, tırnaklarını etime geçirerek çizerken; geri çekilmeye çalıştığımda, bu küçük çocuk tırnaklarını daha derine bastırıyor, parçalayıp çırpınıyordu. Muhafızlar onu yakaladığında, çığlık yükseldi.

"Gitme, ne olursun gitme! Bu bir oyun... Oyun Kurucu'nun oyunu! Kaç buradan, yalvarırım, kaç! Bu bir kabus! Uyan! Uyan artık, Külkedisi!"

Ayla'nın çığlığı, gecenin sessizliğini yararak her köşeye yayıldı. Bu sesin taşıdığı ham dehşet, havayı titretiyor, damarlarımda dolaşan kanı zehirli bir korkuya dönüştürüyordu. Gözlerim istemsizce çiziklerle kaplı koluma indi. Ancak beklediğim acının yerinde bir boşluk vardı; yaralarımın sessizce kapanmış olduğunu fark ettim. İyileşmenin bu doğaüstü hızında bir tuhaflık vardı, sanki bedenim kendi sınırlarını hiçe saymış, bilmediğim bir gücün denetimine geçmişti. Ama Ayla... Onun çığlığı bir muhafızın kafasına geçirdiği garip bir aletin ardından kesildi; ne yankı kaldı geriye ne de sesin titreyen izleri. Bu ani sessizlik beni adeta bir mıh gibi yerime çakarken, zihnimde tek bir soru yankılanıyordu: O öldü mü?

Bir an. Sadece bir an. Ve sonra muhafızların soğuk elleri koluma yapıştı. Bedenim irkilerek geriye çekildi ama nafileydi; bu çelik irade, benimkini yerle bir etmişti. Beynime tek bir düşünce dolmuştu: Sonum Ayla gibi olacak. Bu korkunun zehirli dokusu tüm benliğimi esir alırken, boğazımdan bir çığlık patladı: "Bırakın beni! Lanet tacınızı istemiyorum!"

Kolumu sıkan elleri itmeye çalıştım ama gücüm erimişti, gölgemle savaşacak kadar bile kuvvetim kalmamıştı. Yardım ararken gördüğüm manzara aklımı kaçırdığımı düşündürdü. Salonun her köşesinde çılgın bir neşe dalgası hüküm sürüyordu. İnsanlar gülüyor, ağlıyor, bedenlerini tuhaf bir vecd haliyle sallıyorlardı. Yüzleri korkudan sıyrılmış, yerine neredeyse sapkın bir mutluluk yerleşmişti. Ne olmuştu bu insanlara? Bu garip, grotesk mutluluğun kökleri nerede saklıydı? Ayla'ya ulaşmaya çalışarak muhafızlara direnmeye devam ettim. Ama onların elleri, her geçen an derinleşen bir acıyla etime işliyordu. Ve o an, bir ses salonu bıçak gibi kesti. Muhafızlar ansızın beni bıraktı; düşen kollarımı tutarak geri çekildim. Acıya aldırmadan başımı kaldırdım. Sesin sahibi, salonun ortasında belirivermişti.

Uzun boylu, duruşuyla bir heykel kadar soğuk ve hareketsiz bir adam. Siyah bir maske yüzünün yarısını örtüyor, onu gerçeklikten koparıp bir mit, bir efsaneye dönüştürüyordu. Maske, geride kalan her şeyle birlikte yüzünde hiçbir insani duyguya yer bırakmamıştı. Gözleri, gölgelerden yapılmış bir çift mızrak gibi üzerimde dolanırken, dudaklarının kenarında alaycı bir kıvrım belirdi: "Tacınızı alın, prenses."

'Prenses.' Bu kelime, onun dilinde iğneleyici, buyurgan ve tartışmasız bir otoritenin altını çizdi. Adamın sesi sırtımdan aşağıya doğru buz gibi bir ürperti gönderdi. Ama bu kelimenin etkisi değildi; o ses, kelimelerin ötesinde bir anlam taşıyordu. Uzatılan taç, bir mücevherin ötesinde, bir kehanetti. Parlaklığı gözlerimi alırken, bu basit jestin ardında yatan karmaşık tehlikeyi hissettim. O anda bir sınırın eşiğinde olduğumu anladım: Ya boyun eğecektim ya da burada, bu insanların neşeli deliliği arasında, hiçbir iz bırakmadan yok olacaktım.

Perde Arkasındaki Oyun (Düzenlenmekte)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin