Romanına son noktayı koyup derin bir nefes alıp verdi Ela. Çok yorulmuştu, ne zamandır romanıyla fazla ilgilenemediği için kendini bugün romanına vermişti. Şansına ilham perisi de onunlaydı bugün, kalemi hiç durmamış, kağıt üstünde koşmuştu onun sayesinde. Tam yirmi beş sayfa yazmıştı. Romanın sonlarına doğru geliyordu yavaş yavaş. Esma yaşadığı sayısız olaydan sonra huzura kavuşuyordu sanırım. Gerçi onu yaşatsa mı öldürse mi henüz karar verememişti. Romanlar, hikâyeler illaki mutlu sonla bitecek diye bir şey yoktu. İnsanlar gerçek hayatta öyle mutsuz oluyor, öyle haksızlıklara uğruyorlardı ki en azından romandaki kahramanların mutlu olmasını istiyorlardı. Onları kendileri ile özdeşleştiriyorlardı, bunun asıl sebebi buydu. Şimdi bu romanı kötü sonla bitirse kimbilir kaç okuyucu üzülecek ya da kızacaktı. Ama onlar iyi son istiyor diye öyle bitirmek zorunda da değildi. Aslında şaşırtıcı bir son istiyordu. Okuyucuların: "Yuh bu bundan mı böyleymiş?" ya da: " Oha be, bu da olacak iş mi?" demelerini istiyordu. Bunun üzerine biraz düşünmesi gerekiyordu.
Telefonuna gözü kaydı, arayan yoktu. Aslında Dağhan aramıyordu, bakmasının sebebi oydu. İki gün önce geçirdikleri son eğlenceli günden sonra bir daha görüşmemişlerdi, telefonda bile. Ela onu gerçekten özlediğini hissediyordu. Onunla olunca bütün sıkıntılarını unutuyor, hiç olmadığı kadar mutlu oluyordu. Dağhan ona huzur veriyordu. Ve şimdi ona cidden ihtiyaç duyuyordu. Kocası ile değil Dağhan ile vakit geçirmeye ihtiyaç duyması çok kötü bir şey bile olsa gerçekti. Bunu inkâr etmeyecekti.
-Seni aramak istiyorum sapık, diye mırıldandı. Ama aramaya da cesareti yoktu. Adamı sıkboğaz etmeye, zırt pırt buluşmak istemeye ne hakkı vardı ki? Adamın da özel hayatı vardı değil mi? Her anını Ela'ya ayıramazdı. İlgi göstermesi gereken bir kız arkadaşı vardı belki de. Bir kız arkadaş, tabi ya, Dağhan hakkında hiçbir şey bilmiyordu ki, böyle yakışıklı, inanılmaz derecede seksi ve iyi kalpli bir adamın elbette bir kız arkadaşı vardı. Bırakırlar mıydı hiç? Aniden gelen bir kasırga misali, hiç duymadığı bir öfkenin içine dolduğunu hissetti. "Kız arkadaşı falan olamaz! O benim!" dedi içinden isyancı bir halde. Sonra acı bir ifadeyle gülümsedi. Ne saçmalıyordu? Evliydi ve başka bir adamı mı sahipleniyordu yani? Salak!
İçini çekti ve oturduğu masadan kalkıp mutfağa geçti. Dağhan'ı değil kocasını düşünmesinin tek yolu pişirmekte olduğu bu yemeklerle ilgilenmekti. Sinan'ın sevdiği yemekleri yapmak çok hoşuna gidiyordu. Bu yemeklerle uğraşmak onun aklını başına getiriyor ve evli olduğunu hatırlatıyordu ayrıca. Pul biberi, toz biberi, tarçın ve kekiği kattı tavuk sotenin içine. Salçayla bütün olana kadar karıştırdı onları sonra da küp küp doğradığı yeşilbiberi ve en son küp domatesleri koydu tavaya. Derin bir nefes aldı, şimdiden harika kokuyordu, ağız sulandırıyordu. Mantarlar da ne şeker görünüyorlardı öyle, tavuk parçalarının arasından ortaya çıkmışlardı. "Sadece Sinan'ı değil kendimi de şımartıyorum sanırım." Diye itiraf etti ve boş tencereye yarım paket margarin koydu, elbette pilav da yapacaktı.
Sinan geldiğinde dolaptan yeni çıkardığı kırmızı şarabı açmaya çalışmakla meşguldü Ela. Sinan usulca arkasından beline sarılınca birden irkildi ama sonra toparlanıp gülümsedi. Sinan onun yanağından yumuşak bir öpücük alırken:
-Hoş geldin hayatım, dedi Ela.
-Hoşbulduk aşkım.
-Gördün mü, ne beceriksiz karın var. Güya sana ziyafet sunacağım, bir şarabı bile açamadım, diye yakındı Ela.
-Dur yardım edeyim beceriksizime, dedi Sinan gülümseyerek ve şarabı iki dakikada açıverdi. Sonra da Ela'nın verdiği şarap bardaklarına doldurdu.
