Bahadır Sağlam:Gidiyor gibiyim
"Zamanla güzel şeyleri unutacağız, kırmızı. Yaşamadıkça, yaşmadıkça..."
-
Soğuk bir rüzgâr, önüne kattığı kuru yaprakları taştan zemin üzerinde sürüklüyor, sonbaharı müjdeliyordu. Kuşlar kanatlanmış yaza veda ederken, bulutların önüne perde indirdiği güneş, bize sırtını dönmeye hazırlanmıştı.
Üzerine oturduğum taş betonunun diğer tarafına konan kuştaydı gözlerim. Kanatlarını çırpıyor, havalanıyor ve tekrar betona konuyordu. Sarı tüyleri vardı, gagası diğer tüm kuşları kıskandıracak bir turuncuya sahipti. Arada ötüyor ordan oraya konuyordu.
Bulutlar, sanki gerçek değildi. Gökyüzü, sanki o renge sahip olması mümkün değilmiş gibi ulaşılmaz bir tona bürünmüştü. Kanat çırpan bir diğer kuşlar gökte süzülüyor rüzgâra meydan okurcasına vaz geçmiyorlardı uçmaktan.
Küçük bir çocuk vardı. Elinde tuttuğu turuncu bir balonla parkın girişinde durgunca bu tarafa bakıyordu. Bana bakıyordu ya da başka bir yere... Ya da boş bir noktaya. Onun bu durgun bakışları ürkmeme neden olsa da tepkisiz kaldım. Elindeki balon parmaklarının arasından süzülmeye başladı, en sonunda da elinden kurtulmayı başaran o balon, göğe yükselmişti bile.
İşte o an... Her şeyin sahtekâr bir oyunun kurmaca bir sahnesi olduğunu anlamıştım. O turuncu balon aslında siyahtı. Beton üzerinde duran o rengarenk kuş alsında bir kargaydı. Gökte uçuşak kuşlarda öyle... Tüm kasvetiyle gürleyen gökyüzüne eşlik eden kargaların sesine kara bulutların gölgesi düşmüştü.
O küçük kız... Yoktu. Kimse yoktu. Etraf karanlıktı; güneş doğudan batıyor, kargalar daha da öfkeli biçimde gökyüzüde süzülüyor, yağmur damlaları yeryüzüne inerken bir mermi kadar keskin, kezzap kadar yakıcıydı. Tüm bunlar kıyametin alameti gibiydi.
Benim kıyametimin.
Benim, küçük kıyametimin. Belkide, ruhumla bedenim arasında zihnimin hükmettiği o dünyaya düşen yıldırımın alameti. Aslında... Tüm bunlar ruhumla bedenim arasındaki o küçük dünyada yaşanmıştı. O balon umudumdu, o çocuk ise kurtarıcım. Ama beni kurtarmak yerine kaçmayı seçmişti. Bana kızgındı.
Geri dönüşü olmayan bir hataya düşeceğimi biliyordum, ancak beni kurtaracak o kızın bile bana sırtını dönmesini tahmin etmezdim. Kendi kafamda yarattığım o dünyaya zincirlediğim tüm kelimeler ölmüştü. Ve bana da cenazelerini kağıda dökmek kalırdı...
"Kimse neden konuşmuyor?" en az kendi dünyam kadar karanlık ve sessiz olan bu odada sorduğum ilk soru buydu. Karanlıktan kastım, donuk suratlardı. Kimseden ses çıkmadı. "Ece..." kafasını çevirdi. Yakın arkadaşımın yüzüme bakmayı reddetmesi hissettiğim yalnızlığa açılan kapıyı sert bir şekilde geri kapattı.
"Zeynep... N'oluyor? Neden kimse konuşmuyor?" Zeynep'in ciddi tavrı çatık kaşlarına engel olmuyordu. Ama yine de gözlerini kaçırmamıştı. Sustu. O da sustu. "Sefa... Bora... Nur... Bir şey söyleyin, benim bu hastane odasında ne işim var? Annem nerde?" Sefa bir şeyler mırıldanarak ensesini sıvazladı ardından cama yöneldi.
Diğerleride bakışlarını kaçırdığında bana kilitlenen Mete'ye odaklandım. Gözlerindeki o suçluluk ifadesi de neyin nesiydi? Gözlerini kısa bir süreliğine yumup bekledi. "Özür dilerim." dedi, göz kapakları tekrar aralanırken. "Özür dilerim, Ceyda."
Neyin özrüydü bu?
"Mete, ben." gözlerimin dolduğunu hissedebiliyordum. Ama engel olmuyordum, ilk defa ağlamaktan nefret etmemiştim. "Sana bunu yaşattığım için özür dilerim..." güçsüzleşen bedenimi sıktım. "Mete... Bana ne yaşattın? Neden burdayım?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PARAMPARÇA 2 | Bencil
Teen Fiction#58 "Kirli ruhun, tutsak bedenleri..." Doğrular ya da yanlışlar. Kurallar ve yasaklar... Hayatın kendisiyle tanışan bir grup gencin çevreleriyle olan sınavında zorluklar katlanılamaz hâle gelir, kendi hayat mücadelerinde hedefleri için savaş verenle...