Pazartesi, 2:40 AM.
Gözlerimi tiz bir çığlık sesi ile açtığımda, ilk işim kızların halâ güvende olup olmadığını kontrol etmek oldu. Saye yatağında yoktu. Yataktan kalkıp, diğer odaları kontrol etmek için çıktığımda kızların fısıltılarını duydum.
"N'oluyoruz ya gece gece? Deprem falan mı?" dedim saçımı karıştırarak.
"Kanka haberlerde bir şeylerden bahsettiler ama çok anlayamadık. Eve geldiğimizde yerde eski bir radyo bulmuş Ari. Sen bu tarz nostaljik şeyleri seviyorsun diye saklamış, sana verecekmiş." diyerek konuyu olabildiğince dağıtan Pırıl'a göz devirdim.
"Kısacası," dedi Saye, "Elektrikler gitti ve radyodan dinleyerek neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz."
"Ayağımızı attığımız yere bela çekiyoruz anasını satayım." dedi Cemre. Ve haklıydı da.
Radyo da bir kadın konuşmaya, olan biteni anlatmaya başladı. O kadar hızlı anlatmıştı ki, zihnimde tercüme ederken zorlanmıştım.
"Bir şey anladıysam Türkiye'ye geri döneyim." dedi Pırıl. Muhtemelen artık can-ı gönülden istese bile bu mümkün olmayacaktı..
"Şey, sanırım inanması biraz güç bi' durum. Ve hatta uydurduğumu bile düşüneceksiniz.." dediğimde Eylül aniden atılarak, "N'olmuş? İnsanlar vampirleşiyor muymuş?" diye sordu.
"Kanka valla vampir olsalar yine iyi," dedim, "Akşam bir haber izlemiştik ya, hatta herkes iğne olmak için hastanelere gidiyor sanırım demiştik. Meğer salgın başlamış! İnsanlar birbirlerine saldırıyor, birbirlerini canlı canlı yiyorlar. Yani zombileşiyorlar. Train To Busan* filmini izleyip, keşke böyle bir şey olsa demiştim ya? Tanrı benim cezamı versin.."
"Versin, hem de böyle köklüce versin Beste!" dedi Saye. "Ya ben korkarım!"
"Acaba Türkiye'den ekipler bizi kurtarmaya gelir mi?" dedi Ada hayal alemine dalarak.
"Bekle, belki. Umudunu kaybetme sen." dedim ve odaya yöneldim. Kızların hepsi de 'nereye' dercesine önümü kesti. "Hadi çantalarınızı toplayın, evde kalmamız güvenli değil. Muhtemelen birazdan Amerika özel timi falan evleri basar ve hepimizi alnımızın çatından vurur." diyerek odaya girdim ve büyük sırt çantamın içine bir kaç parça kıyafet, su ve yiyecek koydum. Herkes mutfaktan eline birer bıçak aldı. Çıkmaya hazırdık fakat Pırıl halâ ortalıkta yoktu.
Ve nihayet 5 dakika sonra kapıda göründü. Elinde 2 valiz ve bir sırt çantasıyla...(!)
"Kızım sen kafayı mı yedin? Seyahate çıkmıyoruz. İhtiyacın olanı al gerisini bırak!" dedi Saye haklı olarak.
"Ya kanka ama hepsi çok özel parçalar nasıl bırakayım?"
"Pırıl, sızlanmayı kes. Bunlarla ilerleyemezsin! Sadece bir kaç parça kıyafet, su ve yiyecek al. Valizler evde kalıyor! Bu durum geçicidir belki teknoloji mükemmel sonuçta, bir yolu bulunur.'' dedim ve kapıya kulağımı dayayıp dışarıyı dinledim. Sessizdi. Cama yönelip dışarıyı kontrol ettim. Yere serilmiş ve boku bağırsağı birbirine karışmış bedenler, kan revan içindeki yollar, birbirine geçmiş arabalar, kırık bina camları ve camdan atlayan insanlar.. Dahası hep dizi ve filmlerde gördüğümüz o olayın gerçekleşmesi: Yürüyen ölüler!
Hala internet varken bir umut sosyal medya hesabıma girip bu anın fotoğrafını çekip koydum ve üzerine bir de açıklama yazdım:
Georgie, Atlanta / Amerika.
Pazartesi, saat gece 2:40.Paylaşır paylaşmaz kapı çalınca irkildim. İnternetimi kapatıp telefonumu cebime sıkıştırdım. Bir umut, sinyalden falan bulurlar belki de kurtuluruz bu durumdan.