Soğuk en az aylaklar kadar bizi de yavaşlattığı için yolculuğumuz biraz uzun sürmüştü.
Tamam, çok uzun sürmüştü.
Tam bir haftada anca varabilmiştik.
Zorlu bir yolculuk olmamıştı. Aylaklar beni dinliyordu. Dur dediğimde duruyor, git dediğimde gidiyorlardı. Fakat hala kontrol etmede sorun yaşıyordum. Öfkelendiğimde ne kadar sakin de davransam onları kendime çekip, öfkemin kaynağına yönlendiriyordum. Öfkelenmemeye çalışırken strese giriyordum, strese girdiğim için kendimi yorgun hissediyordum, yorgun hissettiğim için yavaşlama ihtiyacı duyuyordum ve yavaşladığım için kendime kızıyordum....
Bitmeyen bir paradoks.
Yol boyunca hiçbir yaşayanın izine rastlamamıştık.
Martin.. Uzun süre Norman ile takıldığı için iz sürme konusunda kendini geliştirmiş ve olabilecek tüm izlerin, izini sürüyor. Bir kez bizimkilerden biri olabilir diye bizi de izlerin peşinden sürükledi ama bulduğumuz tek şey, 42 numara ayakkabı giymiş bir aylaktı.
Evet, teknik olarak yolculuğumuzun bir hafta sürmesinin sebeplerinden biri de, Martin'in iz sürme sevdasıydı.
Jun bir ara kafayı yiyecek dereceye gelmiş ve Martin'e susması ve sadece yola devam etmesi karşılığında canını verebileceğini söylemişti.
Ben ise ikisinin işine hiç karışmıyordum. Bazen kavga edip çocuklar gibi küsüyorlardı ama dakikalar içerisinde barışabiliyorlardı. Eğer bana cidden bir şey olursa, Jun yalnız, en azından arkadaşsız kalmayacaktı. Martin de öyle tabii..
Artık bundan kesinlikle emindim.
Ah, Rahip nerede mi?
Yok.
Onu yanımıza almadık ve biraz yakacak ve yiyecek ile orada bıraktık. İsterse Philip ile iletişime geçip onun katıldığı topluluğa katılabilir, isterse de orada kalabilir, bu bizim problemimiz değil.
Eve -ki burası evim bile sayılmazdı- vardığımızda gördüklerimiz karşısında büyük bir şoka uğramıştık. Yaşayan herhangi birinden hiçbir iz yoktu. Demir kapı ardına kadar açılmıştı. Evlerin cam ve kapıları kırık, bir kısmı yanmıştı. Yerde karla örtülü cesetler vardı..
Martin, "Burada ne olmuş böyle?!" dediğinde Jun derin bir nefes alıp verdi ve, "Saklambaç oynayalım, fantazi olsun diye düşünmüşler herhalde."dedi alayla.
Martin,"Bence bu saklambaçtan çok ebelemeceye benziyor. Anlaşılan bizimkiler ebelenmiş." dediğinde gözlerimi Martin'e diktim. "Ne?" dedi, "Yalan mı?"
Jun, "Cesetlerin arasında Minho var mı?" dediğinde, "Yok, görmedim." dedim.
"Ha baktın yani var mı, yok mu diye? Bravo Beste. Biliyor musun aslında belki de onunla çıkmalısın çünkü onun iki kolu da var yani sana tam sarılabilir."
"Jun, ne saçmalıyorsun?" dedim sakince. Cevap vermediğinde ben de çok üstelemedim. Her şeye alınmasından yorulmuştum.
İçeriye doğru ilerlemeye devam ediyorduk ve Martin, "Ayrıldınız mı şimdi?" diye bir soru sordu.
"Evet." dedim. "Minho ölmediğine göre gidip onunla çıkabilirim."
Jun, "Hayır Martin, ayrılmadık ve..." dedi. Bana hitaben, "Eğer öyle bir şey yapmaya kalkışırsa üzgünüm ama Minho'yu ben öldürürüm."
Martin, "Ama onun iki kolu var." dedi gülerek.
Jun sessiz kalmıştı.
Jun'un bu konuda üzüldüğünü ve kendini yetersiz hissettiğini görebiliyordum. Ama anlaması gereken bir şey vardı, hiçbir engel onu sevmeme engel değildi. Onu olduğu gibi kabullenerek sevmiştim, seviyordum..