David'in yerine varmamız biraz uzun sürmüştü ama en nihayetinde gelebilmiştik. David bir sandalyeye bağlanmıştı. Norman ise başında nöbet tutuyordu, kafasına silah doğrultmuş şekilde. Herkes o kadar uykuluydu ki geldiğimizi bile fark etmemişlerdi.
Araca sertçe iki kere vurup ses çıkardım ve "Uyanın! Bu ne hal?" dedim yarı öfkeli bir şekilde. Ardından Jun'a "Şunun adamlarını getir." dedim. Jun dediğimi seve seve yaptı ve adamlarını tek tek David'in ayaklarının altına serdi.
"Kızıl saçlı olanı öldürmek zorunda kaldım." dedim alayla. Çok acımasızca ve merhametten yoksun bir ses tonuyla söylediğim için herkes çok şaşırmıştı.
Hatta Andrew, "Sen bir insanı mı öldürdün?!" diye sesini biraz yükseltmişti.
"Üzgünüm ama hızlı davranmasaydım o bizi öldürecekti." diyerek omuz silktim ve, "Ayrıca, ses tonuna dikkat etsen iyi olur Andrew."
David, "Buranın patroniçesi olabilirdin. Korkusuz, cesur, atılgan ve iyi planlar yapan zeki bir kızsın. Gerçekten merak ediyorum, neden kaçtın?" dedi alayla.
"Ne var biliyor musun David? Kısıtlanmayı sevmiyorum. Ben bir şeyi yapmak istersem, yaparım. Gitmeme izin vermediğin için kaçtım. Patroniçe konusuna gelirsek.. Bir korkak gibi adamlarımın arkasına sığınmak benim tarzım değil. Ben bir lider olup, onlarla hareket etmeyi tercih ederim." dedim ve derin bir nefes David'in etrafında bir tur attım.
David'in adamları hazırlıksız yakalandığı için, ellerinde ne bir silah vardı, ne de kendilerini savunacak herhangi bir şey.. Aileler birbirine kenetlenmiş sağda solda yere çökmüş olacaklardan bi' haberlerdi.
David, "Sen bir eziksin." diyerek kahkaha attığında ben de güldüm.. "Ve, iğrenç bir kızsın. Zayıf, ezik, güçsüz, iğrenç bir kız! Siz kızlar hep duygularınızla hareket edersiniz. Mantıklı düşünemiyorsunuz."
Norman düzgün konuşması için namlunun ucuyla kafasını sertçe dürttü.
"Bırak konuşsun." dedim ve karşısına geçip omu dinlemeye başladım.
"Kabul edin, hepiniz hayatınız boyunca bir erkeğe muhtaç olarak yaşıyorsunuz. Hep bir erkek olacak hayatınızda. Güçsüzsünüz!" dedi. Feminist biri için bu tarz cinsiyetçi şeyleri duymak... ne kadar zor anlatamam.
"Öyle mi?" dedim ciddiye almamaya çalışarak, "David, beni kışkırtma iki kolunu da keser seni bir ömür boyu kızına mecbur ederim."
"Arkadaşlarına sorsana." dedi imalı bir şekilde. Kahkaha atarak kızlara baktığında kafamda şimşekler çakmıştı. "Buradan kaçmak için bile güçleri yoktu. Onların kaçmalarına ben izin verdim! Ben izin verdiğim için kaçabildiler! Dışarıdaki yaşamdan korkup yine buraya, bana sığınacaklardı. Ama, birileri onlara yardım ettiği için olmadı."
Bu bardağı taşıran son damla olmuştu.
"Rachel nerde?" diye bağırdım.
David, "Kızımı bırak, senin derdin benimle." deyip çırpınmaya başladığında, Andrew'in adamlarından biri çoktan Rachel'ı bulup getirmişti.
"Ne o Rachel? Korkuyor musun? Ah bebeğim, oysa bir kaç gün önce burada babanla ikiniz, bana ve Jun'a bir pislik gibi davranmıştın."
Andrew, "Beste, ne yapıyorsun?" dedi sessizce.
"Sen," dedim parmağımı Andrew'e doğrultarak, yutkundum ve, "Bu işe karışma."
Etraftakilerin dikkatini çekebilmek için bağırarak konuşmaya başladım, "Bu adi herif, benim arkadaşlarıma saldırdı! Biliyorum, belki inanması zor.. ama bu gerçek! Bu kızların hepsine tecavüz girişiminde bulundu! Ve kızı bunu bilmesine rağmen sesini çıkarmadı... Nereden mi biliyorum? Minho söyledi. Kızlarım söyledi. Nasıl mı bu kadar eminim? Çünkü sizi adi piçler, benim kızlarım bana yalan söylemez. Böyle bir konuda, asla."
David'in hemen yanına diz çöktürülmüş Rachel'ı ensesinden tutup kaldırdım. İçimde büyüyen öfkeyi bastıramıyordum.
Minho, annesinin başına gelenleri de tek tek anlattığında, Rachel'ın bileğindeki saati göstererek tekrar dinleyenlere bağırarak konuştum, "O gün burada, David bana tokat attığında, Rachel'a verdiği bu ilk hediyenin, son olacağını söyledim. Ve sözümde duracağım."
Norman'ın yanına gidip, silahı ondan devraldım ve, "Bunun için üzgün değilim, pisliklere merhamet yok." dedikten hemen sonra vücudunun farklı yerlerine delikler açtım. Öldürmeyecek kısımlardan, öldürecek yerlere kadar, acımasızca ateş ettim.
David'in kanı her yerime sıçramıştı. Rachel'ın acı çekiyor olması da bana bir o kadar zevk veriyordu.
Pırıl, "Beste, artık dur." dediğinde ona dönüp, "Seni dinleyeceğimi falan mı düşünüyorsun?" dedim.
Rachel'a dönüp, "Çok acıyor mu?" dedim kalbini işaret edip. Bana baktığında, "İnan bana bunun 2 katını yaşadım. Babanın arkadaşlarıma bir pislik gibi davrandığını öğrendiğimde, az önceki pek de feminen olmayan konuşmaları dinlediğimde ve.. o tokadı yediğimde.." diye devam ettim. Ardından omuz silkip, "Benim işim bitti." dedim. Elimdeki silahı gösterip, aldığımı belirttim ve Jun'a yürümesini işaret ettim.
Norman, "İyi iş!" diyerek David'in dağılmış suratına tükürdü.
Andrew peşimden koşup, beni durdurdu; "Nereye gidiyorsunuz? Bizimle kalmayacak mısınız?"
"Kendi başıma daha hızlı hareket ediyorum. Kalabalık gruplar bana göre değil. Kızlar... güvende. Kalmam için bir neden yok."
"Var," dedi, "Sana ihtiyacımız var. Bu yaptığın şey çok iyiydi tamam mı? Kapana kısıldığımızı düşündüğümüz anda çıkıp gelmen inanılmazdı!"
"Her zaman günü kurtaran olamam Andrew.. Her zaman, herkesin hayatını kurtaramam. Şanslıydım."
"Peki, peki, o zaman ne yapmam gerektiğini söyle. Bu insanlarla yeni bir topluluk oluşturmalı mıyım?"
"Yeni bir topluluk oluştur ama bu insanlarla değil." dedim.
"Yeterince insanım yok, bence bize dahil olabilirler." dediğinde, biraz daha yaklaşıp, başka kimsenin duyamayacağı tonda konuştum;
"Hayatının hatasını yaparsın. Bir gün gelip hepsi sana baş kaldıracak. Sana silah doğrultacaklar, hem de senin silahlarını.. Senin mermilerini, senin üzerinde kullanacaklar."
"Bence abartıyorsun, onlara bir şans vermeliyiz." dediğinde omuz silktim ve, "Sana kalmış Andrew, ben uyardım." dedim.
Ardından Jun'a yaklaşıp, onlarla kalmasını söyledim. Kabul etmemekte ısrarcıydı.
"Jun," dedim fısıldayarak, "Andrew bunlarla yeni bir topluluk oluşturursa içeride neler olduğunu bilmem lazım."
"Umrumda değil. Uyardın sonuçta! Seni dinlesinler, hayatta kalsınlar."
"Ama dinlemeyecek, eminim."
"Kızlar için endişeleniyorsan, söyle seninle gelsinler." dedi omuz silkerek.
"Jun, onlar, senin benim gibi değil! Hep bir topluluğa dahil olarak yaşamışlar.. Onları yerleşik hayattan koparamam! Şunlara bir baksana! Hepsi hazır. Ama savaşmaya değil, ölmeye.."
Jun son kez istemiyorum dediğinde, sarılıp kulağına fısıldadım, "Sana güveniyorum." hemen ardından geri çekildim.
Jun daha fazla direnmeyip orada kaldı. Ben de buraya kadar geldiğim araca binip, yola koyuldum.
Yolum uzun muydu?
Nereye gidiyordum?
Şimdi amacım neydi?
Yakıtımın yettiği yere kadar sürdüm. Hava aydınlanmak üzereydi ve benim inanılmaz uykum vardı.
Arazi açıklarında, terk edilmiş bir ev bulduğumda düşünmeden içeri girdim. Şansıma içerisi temizdi. Kapıların arkasına bir şeyler dayayıp, biraz dinlenmek için bir yatak odası aradım.
Üst katta bir tane bulunca direkt yatağa attım kendimi. Oda tam Amerikan ebeveyn odasıydı. Aynadaki ruj lekeleri dikkatimi çekmişti. Doğrulup, yarı uykulu yazanları okumaya çalıştım;
"Ayrılmak zorunda kaldık, Bestie iyi, bizi bulun."
-Martin