"Sence ona güvenebilir miyiz?" Muhtemelen bu ses Andrew'in eşine aitti. Sarah.
"Neden sadece ona güvenip güvenemeyeceğimizle ilgileniyorsun? Buradaki herkese güveniyor musun?" dedi bu kez -ses tonundan anladığım üzere- Andrew.
Gözlerim kapalı yaklaşık 10 dakikadır onları dinliyordum. Sarah buraya ilk geldiğim andan beri sevmemişti beni ve göstermişti de bunu. Tavırlarıyla, bakışlarıyla, sözleriyle.. Şimdi ise tepemde durmuş güvenilir olup olamayacağımı tartışıyorlardı..
Gözlerimi açıp tepemdeki ikiliye baktım. Sarah, Andrew'e, ben sana demiştim bak gizli gizli bizi dinliyor, bakışı attığında kendimi gülmemek için zor tuttum.
"Tepemde dedikodumu yapmanızı dinleyecek değildim herhalde." dedim sert zeminden kalkarken. Tam Sarah ağzını açıyordu ki, oğlu gelip bana elinde tuttuğu iki sandiviçten birini uzattı. En azından oğlu anasına çekmemiş.
"Teşekkür ederim ufaklık ama bence ikisini de sen yemelisin." dedim, ayağa kalkarken.
"Ben 15 yaşındayım, ayrıca Norman bunları sana ne olursa olsun vermemi söyledi." dediğinde biraz şaşırmıştım çünkü dün gece kafama ok doğrultan adam ikinci kez benim için bir şey yapıyordu. Sandivici alıp, gülümsedim. Sarah bir kartal gibi çocuğunu tutup kendine çekti ve uzaklaştı. Andrew eşinin ardından baktı ve bana dönerek "Sarah," dediğinde ne diyeceğini bildiğim için sözünü kestim ve; "Bir anne olarak yuvasını güvende tutmaya çalışıyor. Ben de olsam aynı şeyi yapardım." dedim.
Andrew, "Cidden mi?" diye sorduğunda gülerek "Hayır." deyip, elimdeki battaniyeyle beraber ondan uzaklaştım. Norman'ın yanına gidip, battaniyeyi kucağına bıraktım, üzerine de sandivici.
"Battaniye için teşekkürler. Sandiviç için de." dedim.
Norman asi ve soğuk bir tavırla, "Bir şeyler ye. Yolda açlıktan bayılırsan, geride kalırsın. Kimse yardım etmez." dedi. Bu adam normal hayatında da mı bu kadar soğuk acaba yoksa sadece bu durumdan kaynaklı bir şey mi? İnsan hiç mi gülmez ya? Tamam benim de çok sıcakkanlı olduğum söylenemez ama... bu kadarı da fazla. İnsan nezaketen gülümser.
Sandivici elime tutuşturup, battaniyesini alıp gitti. Birden aklıma Asyalı geldi. Ortalıkta görünmüyordu. Yanımdan geçen, kısa siyah saçlı, kadının önünü kesip; "Afedersin, Minho'yu gördün mü acaba?" diye sorduğumda kadın bana boş boş baktı..
"Dün gece benimle beraber gelen Asyalı, Minho, nerede biliyor musun?"
Kadın, "Sabah erkenden ayrıldı." dedi. İnsan en azından haber verirdi. O kadar hayatını kurtardık. Kesin ters bir durum vardı. Kadına teşekkür edip, çantamı da alıp kapıya yöneldim. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Beni farkeden bir kaç zombi üzerime doğru gelince savaşmak yerine kaçmayı tercih ettim. Zombilerden hızlıca uzaklaşırken, aynı zamanda hepsinin fabrikanın yakınlarından da uzaklaşmasını sağlıyordum.
Korkudan ödüm kopsa da, kendimden ödün vermiyordum.
Ve nihayet Minho'nun sesi duyuldu; "Hey! Delirdin mi sen?!"
Fabrikadan fazla uzakta olmayan bir aracın tepesine çıkmış öylece oturuyordu. Ben de yanına tırmandım. Tüm zombileri de etrafımıza çekmiştik tabii.. Yani, aslında benim düşüncesizliğimdi.
"Sen, neden buradasın? Neden çıkacağını haber vermedin?" dedim.
"İçeride istenmiyorum, yani sen de istenmiyorsun ama şu okçu.. adı neydi?" dediğinde, "Norman." diye cevap verdim.
"İşte o, senin orada kalmanı sağlayabilecek tek insan. Sanırım senden etkilendi, ne dersin?"
"Saçmalıyorsun derim. Ayrıca madem sen orada istenmiyorsun, madem ben de istenmiyorum; yolumuza bakarız Asyalı." dedim oldukça özgüvenli bir tavırla. Normalde asla ama asla henüz yeni tanıdığım birine güvenip, onunla beraber yola çıkmayı teklif etmezdim. Ey Dünya, sen nelere kadirsin..
"Sen grupla kal. Kızlar daha güçsüz oluyorlar.. Kızkardeşim gibi.." dediğinde ağzının ortasına çakmamak için kendimi zor tuttum.
Göz devirip, "Üç kere hayatını kurtarmış biriyle konuşuyorsun tatlım." dedim alayla. "Bir; zombiler size kapımın önünde saldırdığında, iki; eve gelen o FBI ajanı kılıklı askerden, üç; dün gece kafana bir kurşun veya ok yemek üzereyken."
"Feminist misin?" dediğinde gülüp, "Onun gibi bir şey." dedim ve ayağa kalkıp zombilerden nasıl kurtulacağımızı düşünmeye başladım. Aslında çok kalabalık değillerdi ama iki kişi de halledilemezdi muhtemelen.
"Ne yapmayı düşünüyorsun?" dedi Minho.
"Umarım karavanın benzini vardır." dedim ve "Sen, sadece bana yaklaşan zombileri temizle." diyerek eline gece eve giren askerden aldığımız silahı verdim.
"Ehliyetin var mı?" dediğinde tekrar göz devirdim ve, "Arabayı ehliyet kullanmıyor." dedim.
"O zaman bırak da ben gideyim." dediğinde sinirlenip, "Camdan içeri girebilecek misin? Pekalâ. Oradan ben bile zor sığarım. Senin sığman imkansız." dedim. Ardından, "Sadece dediğimi yap. Irkçılık yapmak gibi olmasın ama biz Türkler sandığınızdan çok daha zeki bir milletiz." deyip kendimi karavandan aşağıya saldım. Ayaklarımı açık olan camdan içeri sokup ardından olabildiğince hızlı bir şekilde tüm vücudumu içeri aldım. Camları kapatıp arabayı çalıştırmayı denedim. Babam bir kaç kez nasıl çalıştığını göstermişti. Tabii o zamanlar 12-13 yaşlarındaydım ama, neyse..
Arabayı çalıştırdığımda aniden geri gidip, durdu. Arabanın üstünde bir küüüüt sesi duymuştum ama hadi hayırlısı..
Asyalı "Şunu düzgünce kullanacak mısın?" diye bağırdığında, ses tonundan canının baya acımış olduğunu anlamıştım.
Kaybedecek bir şeyim yoktu.
Kurallar yoktu.
Yasalar yoktu.
Kanunlar yoktu.
Polisler yoktu.
Bir düzen yoktu.
Bu yüzden gaza yüklenmeden önce uyardım Asyalı'yı;
"SIKI TUTUN MINHO."