Jungkook nihayet sakinleştiğinde, babamdan aldığım mesaj üzerine ben de biraz rahatladım. Bu gece otele gelemeyeceğini ve yarın da öğlen uçağıyla Kore'ye geri döneceğimizi söylüyordu.
Şimdilik Jungkook'un yanında durabilirim demekti bu. Benimle tek kelime konuşmamıştı henüz ama ikimiz de acıkmıştık ve hava iyice kararmıştı.
"Sen..." diyerek dikkatini üzerime çektim. "Aç olmalısın, bir şeyler yiyelim mi?"
Ah~ tepkisizliğini ve sessizliğini koruyup denizde taş sektirmeye devam etti. Önceleri odaklanamadığı için taşı sektiremiyor, çok uzak ve derinlere gönderiyordu ama artık iyiydi. Yani... Nispeten daha iyiydi.
Ben de devam ettim. "Yorgun da olmalısın. Evin buraya çok uzak mı? Uyuman gerekiyor..."
Yine cevap yok.
"Hava soğumaya da başladı. Ah~ burası Kore gibi değil," diyerek ortamı yumuşatma umuduyla tepki verene kadar konuştum. "Sen de üşüdün mü? Hasta olacaksın. Çok terlemiştin zaten..."
Tepki yok. Üstüne gidip gitmeme konusunda kararsızdım ama onunla konuşmak için şu anlık başka bahane bulamıyordum. Sabahın erken saatlerinden beri burdaydık. "Jungkook... Benimle konuşmayacak mısın?"
Yine tepki vermeyince derin bir nefes alıp verdim. Acaba... Anahtarlığı ona geri vermenin şimdi sırası mıydı? Sonuçta buralara kadar gelmemin başlıca sebebi o anahtarlıktı.
Anahtarlığı çantamdan çıkardım ve o denizi izlerken, daha önce farketmediğim ama minik mavi evin alt tarafına ince bir şekilde kazınmış harfler dikkatimi çekti.
JN, S, JH, RM, V, JM, JK
Anlamlandıramamıştım ama zaten beni ilgilendirmezdi. "Jungkook," dedim tekrar ve anahtarlığı ona uzattım. "Bunu düşürmüşsün, cafeye gelmemin sebebi buydu..."
Tepki verdi! Oh! Elimden anahtarlığı alıp, "Sen," dedikten sonra boğazını temizledi, sesi uzun süredir konuşmayıp ağladığı için çatallaşmıştı. "Sen cafeye mi gelmiştin?"
Çam devirmek, pot kırmak... Ne diyorsanız diyin, benim cafeye gelip onu ordan beri takip ettiğimi tahmin etmesi zor olmazdı heralde?
Yavaşça başımı salladım. "İstifa ettiğini söylediler, taşınıyormuşsun."
"Beni orda mı gördün?"
"Ah~ ne önemi var? Sonuçt-"
"Beni orda mı gördün dedim!" diye bağırınca birden irkildim. Sinirleniyordu.
Cevap vermedim. "Yang Seo Rin." Sesi daha yorgun ama sakin geliyordu, ayrıca tam ismimi hatırlamasına şaşırmıştım. "Sabah cafenin yakınlarında... Ben ve birisini daha-"
Ne bilmek istediğini anlamıştım. Ve büyük ihtimalle bu isteği dile getirmek onun için oldukça zordu. Ben de tüm iyi niyetimi dibine kadar kullanarak, "Dürüst olacağım," diye araya girdim. Ve gördüğüm, duyduğum her şeyi anlattım. Boyacıyla çarpışıp pantolonumu mahvettiğimi de, onu koşarken görüp peşinden gittiğimi de... Hatta bir ara tepki vermeyince babamın bu gece işi olduğundan ve yalnız kalacağımdan, yarın Kore'ye döneceğimden falan da bahsettim. Beni sesini çıkarmadan dinledi. "Tekrar özür dilerim," dedim en sonunda da. "Bunların hiç birine şahit olmamalıydım."
"Olmamalıydın," diyerek beni onayladı.
Bir süre daha sessiz kaldık. Dalgalar kumlara çarpıyor, normal şartlarda huzur verici olması gereken sesi kulaklarınıza taşıyordu. Ama biz normal şartlar altında bulunmuyorduk şu an. Özellikle benimle nihayet konuştuğundan beri gerim gerim geriliyordum.
"Yang Seo Rin."
"Hm?" Ona döndüm ve tek bir duyguyu bile anlayamadığım güzel yüzüne odakland- Güzel mi dedim? Hayır, gerçekten onu kastetmiyordum!
"Bu geceyi benimle geçirir misin?"
"N-ne?" Duyduğum şey karşısında aklıma gelen sahnelerden ötürü çantama sıkı sıkı sarıldım. Koreli olabilirdi ama nihayetinde Amerika'da yaşıyordu. Her türlü şeye alışmış olmalıydı. "Ne dediğinin farkında mısın sen-"
"Ya!" diye bağırıp yüzünü buruşturdu. "Aklından neler geçiyor senin? Bana borçlusun."
"Ne?" diye sordum yine. Tramva falan mı geçiriyordu acaba?
"Ah~" Elindeki anahtarlığı ilk önce bana bir kez daha gösterip sonra çantasına attı. "Bu anahtarlığı gece gece ne kadar aradım haberin var mı? Hepsi senin yüzündendi. Şimdi anladın mı? Beni takip et."
Ben orda öylece kalakalmışken, ayağa kalktı ve yürümeye başlayıp, "Hızlı ol," diye bir de azarladı beni. Eh, bu gece zaten yalnız olacaktım... Akıl ve mantık mekanizmamı gidip gitmeme konusunda karar verme gibi bir sürece sokmadım bile çünkü biliyorsunuz, ayaklarım pek radikal kararlarıma saygı gösteren ve boyun eğen tiplerden değillerdi.
"Bu arada," diyerek bana döndü ve sırt çantasından karanlıkta ne olduğunu pek seçemediğim bir şey çıkardı.
Saniyeler sonra o şey omuzlarıma konulmuştu.
Siyah hırkayı ona geri verecektim ki, omuzlarımdan sarkan kolları önümde düğüm yaptı ve "Gidene kadar sende kalsın," diyerek beni engelledi. "Üşüdüğünü söylememiş miydin? Burası Kore gibi değil."