Yang Seo Rin~
Cafede Jungkook'un istifa ettiğini ve çıkalı çok olmadığını söyleyen garsona teşekkür edip, hızlı adımlarla belki ona yetişebilirim diye cafeden çıktım.
Elimdeki mavi anahtarlığı farkında olmadan sıkı sıkı tuttuğum için parmaklarım acımaya başlamıştı, ben de anahtarlığı tekrar çantama gönderdim.
Ve başımı tekrar kaldırdığımda, onu gördüm.
Derin bir nefes verip ona doğru ilerlemeye başlamıştım ki, biriyle konuştuğunu farkettim. Hayır, biriyle konuşmuyordu, biriyle tartışıyordu.
Korece konuştuklarından emindim ama ne konuştukları bu mesafeden anlaşılmıyordu.
Ya! Seo Rin! Kendine gel~ Onların konuşmalarını mı dinleyeceksin şimdi de?Ah~ ayaklarımın beynimin verdiği komutlar doğrultusunda çalıştığından şüpheliydim. Daha da yaklaşıp bir binanın duvarının arkasına saklandığımda, Jungkook'un yumruklarını sıkıp gözlerini kapattığını gördüm. Yine kavga mı edecekti?
Ardından karşısındaki şık giyimli adam konuşmadan, "Bana ne yaptığını görmüyorsun, değil mi?" diye sordu.
Adam, "Şimdi de ağlayacak mısın?" diye acımasızca karşılık verdiğinde benim bile içim acımıştı.
"Hyung..." Öz abisi miydi ki?
"Yeteri kadar konuştun. Arabaya bin."
Jungkook'un bir adım gerileyip başını iki yana salladığını gördüm. Ardından bir boyacı gelip arkadan bana çarpınca, ister istemez elinde taşıdığı boyayı bana sıçratmıştı.
Harika.
Kot pantolonumun paçaları sarıya boyanırken, özür dileyip duran adama önemli olmadığını söyleyip, tekrar yapıyor olduğum şeye geri döndüm.
Ama Jungkook yoktu. Bu kadar çabuk nereye kaybolmuştu yine? Ah~ bu 2 oldu.
Az önce konustuğu kişi sinirli bir ifadeyle kahkaha atıp, "Seni bulamayacağımı sanıyorsun," diye kendi kendine söylendi. "Senin öylece hayatına devam etmene izin vereceğimi sanıyorsun."
Adam arabasına binip uzaklaşırken tüylerimin diken diken olduğunu farkettim.
Ve sonra kırmızı sırt çantasıyla kalabalığı yararak koşan Jungkook'u farkettiğim anda onun peşinden ben de koşmaya başladım.
Uzun bir süre koştuk, koştuk, koştuk. Nefesim kesiliyordu, etrafımdaki insanlar bana acınası bir şekilde bakıyorlardı ama onu takip etmeyi bırakmadım. Nereye gittiğim hakkında da en ufak bir fikrim yoktu ama bir şekilde hallederdim heralde. Yani umarım.
Sonunda sahile kadar inmiştik, ilk önce sırt çantasını hemen sonra da kendini kumlara bıraktı ve başını ellerinin arasına aldı. Ah, bu mesafeden hiç bir şey belli olmuyordu.
Tam olarak ne oldu bilmiyorum ama, daha önce olduğu gibi bu sefer de ayaklarım kendi kafasına göre hareket edip beni onun yanına kadar götürmüştü. Kendimi bir anda onun yanına çömelmiş bulmuştum.
Beni farketmemişti, hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir türlü dinmiyordu. Ve ben de bu sefer ne yaptığımın gayet bilincinde olarak ve ikinci kez düşünmeme fırsat tanımayarak ona sarıldım. Sımsıkı.
Benim onu tuttuğum gibi, o da beni tutunca şaşırmıştım ama yine de, "Geçti," diyerek onu rahatlatmaya çalıştım. Hala çok kötü olmasına rağmen belli ki şu an sadece sarılacak birine ihtiyacı vardı. "Geçti. Ben burdayım. Geçti."
Kaç saat öylece bekledik, sakinleşmesi ne kadar sürdü bilmiyorum ama başını kucağıma koyduğunda, terden ıslanmış saçlarını geri itip, "Çok üzgünüm," diye fısıldadım. Gökyüzü yavaş yavaş kızıla boyanıyordu. "Çok üzgünüm."
