"YAH HYUNG, SAKİN OLUR MUSUN?"
Yaklaşık 3 dakikadır telefonda sabırla konuşmaya çalışan Jungkook'a çaktırmadan gülümsedim. Bangtan, onun okula gitmediğini farkeder farketmez telefonuna defalarca ulaşmaya çalışmışlar, başaramayınca da doğal olarak geçmişi akıllarına getirip paniklemişlerdi.
Özellikle Tae Hyung, 8 dakika içinde tamı tamına 27 kez aramış, 13 kez de mesaj atmıştı. Şu an onunla konuşuyordu.
"Haklısın, haber vermeliydim ama her şey çok ani oldu..." Jungkook derin bir nefes verip gülümsedi ve gözlerimin içine bakarak konuştu. "Yalnız değilim, Seo Rin yanımda. Merak etmeyin... Eve döneceğim ve artık gitmeyeceğim diyorum! Niye bir türlü ikna olmuyorsunuz?"
Uzun parmaklarını sıcak çikolata bardağının etrafına sardı. "Evet, biliyorum."
Tae Hyung'un ona ne söylüyor olduğunu ve Jungkook'un neye cevap verdiğini anlayamıyordum ama umursamadım.
"Tamam, ben seni sonra tekrar ararım Hyung. Görüşürüz."
Nihayet aramayı sonlandırıp dirseklerini masaya koyduğunda, zaten ufak olan masanın yarısından fazlasını kaplamıştı. Camın üzerinden kayıp giden yağmur damlalarını izliyormuş gibi yaptım ama göz kırpsa hemen ona dönerdim.
Nitekim, konuştu. "Çocuklar tekrar gittiğimden korkmuş."
Bunu bana bu kadar rahat söyleyebiliyor olması güzeldi. Ne de olsa çoğu şeyi zaten biliyordum.
"Çok normal," diye kısa bir cevap verdim. En son bana sarılışından sonra biraz amaçsızca yürümüş, yağmur başlayınca da sokak arasındaki şirin bir kafeye, buraya, gelmiştik. "Seni çok önemsiyorlar."
Kafasını salladı ve ikimiz de bardaklarımızdan birer yudum aldık.
"Her şeyi mahvedebilen bir kişiliğim var. Aslında dün senin yanına geldiğimde..." Kısa bir ara verip ardından devam etti. "Özür dileyecektim. Ama ne olduysa birden kendimi sana asla istemediğim şeyler söylerken buldum..."
Sessiz kaldım.
"Seni incittim, değil mi? En başta Amerika'da sen giderken, sonra seni sınıfta gördüğümde ve dün..."
"Neden benimle bir daha görüşmek istemiyordun?" diyerek haftalardır beynimi kemiren o soruyu sordum. "Bunu bilirsem eğer... Belki de sorun çözülür."
Biraz zaman kazanmak istiyor gibiydi. Bunu, söyleyeceği şeylerin bir erkek için ne kadar zor olduğunu kavrayabildiğimde anlayacaktım.
"Hayatımın en dip noktasını yaşıyordum," diye söze başladı. "Nedenini bilmeden sürekli birilerinden kaçıyor, kendimden daha çok önemsediğim insanlar bana ulaşamasın diye elimden geleni yapıyordum, bunları biliyorsun. Defalarca senin yanında ağladım, benim en berbat hallerimi gördün. Benimle ilgilendin. Tüm nedeni bu işte, benim hakkımda çok şey biliyordun..."
"Ama hepsini kendi isteğinle anlattın?"
"Evet," diye net sesiyle cevap verip bakışlarını parmaklarına indirdi. "Bir daha muhtemelen görmeyeceğim birisine içimi dökmek iyi hissettirmişti. Özellikle sen... O gün sahilde akşama kadar sessizce yanımda oturmuştun, hatırlıyor musun?"
Nasıl hatırlamazdım?
"Eğer yanımda biri olmasaydı inan bana sakinleşemezdim. Çok kötüydüm, Seo Rin. Gördüğünden, tahmin edebildiğinden daha fazlasıydı." Sesi alçalırken bana bakmamakta ısrarcıydı. "Sadece yanımda dikildiğinde bile kendimi hafiflemiş hissetmiştim. O zaman sana anlatırsam, dertlerimin seninle beraber gideceğini ve güvende olacağını düşünmüştüm. Karşılaşma olasılığımız yoktu çünkü. Ben öyle hesaplamıştım."
Yine sessiz kaldım.
"Ama sen gideceğini söylediğinde yine de işimi garantiye almam gerektiğine karar vermiştim. Seni otele bırakırken yol boyu aklımda bu vardı. Bunun sebebi eğer ileride bir gün karşılaşırsak, bu kötü günlerimi yüzüme vurmandan endişelendiğimden değildi..." Başını kaldırıp bana baktı. "Beni böyle acınası biri olarak hatırlamanı istemediğimdendi. Eğer sana seninle bir daha görüşmek istemediğimi söylersem, ilerde karşılaşsak bile, benim bu kabalığımı hatırlayıp benden kendi kendine kaçabilirdin."
"Bu..."
"Böylece zayıflığımı gören biri hakkında endişelenmeme de gerek kalmayacaktı."
"Başka bir şey ister miydiniz?"
Aramızdaki en doruk noktada bizi bozan garson üzerine Jungkook, üzerine eğildiği -dolayısıyla bana çokça yaklaştığı- masadan doğruldu.
Dikkatinin dağıldığı belliydi ama eskileri konuşmuş olmasından gerek, buraya gelirkenki neşesinden eser yoktu.
Nazikçe garsonu reddettikten sonra hesabı istedi ve arkasına yaslandı. "Aklına takılan başka bir şey?"
"Benimle artık görüşmek, konuşmak istiyor musun?" diye sordum sessizce. Masumca onu koruma iç güdüsüyle dolmuştu içim birden, bunu aşamıyordum. "Yani benden... Rahatsız oluyor musun?"
Güldü. Hem de öyle güzeldi ki, en başta Amerika'da onun evinde kaldığım zaman eğlendiğimiz o kısacık anlardaki gibi, içten...
"Görmüyor musun?" diye sordu yavaşça. "Seni geri kazanmak için ne kadar çabalıyorum, farkında değil misin?"
"Hesabınız!"
Ben cevap veremeden araya ikinci defa giren garson hiç bir şeyi umursamıyor gibi otuz iki diş sırıtıyordu.
Jungkook, bir miktar para bırakıp ceketini giyinmeye başladı. "Kalkalım mı?"
Dediği gibi yapıp hipnotize olmuş halimden kurtulmaya çalıştım. "Ne yapacağız?"
"Beni daha kolay affedebileceğin bir şeyler yapal-"
"Jungkook, seni zaten affettim." Az önce dediklerini bir köşeye iterek kıkırdadım. O tavşanınkileri andıran gözleri benimkilerde bir süre gezinmiş, sonra dudaklarının köşesi kıvrılmıştı.
Bu çocuğu gülümserken görmek bile mutlu ediyorken nasıl affetmezdim ki?
"Olsun," diyerek çıkış kapısına doğru ilerledi. Benim onun arkasından gelip gelmediğimi bile kontrol etmediği için hızlı adımlarla ilerlemek zorunda kalıyordum. "Bugün bizim."
"Nereye gideceğiz?"
Yağmur durmuştu ama havanın pek de günlük güneşlik olduğu söylenemezdi.
"Bilmem," diyerek ellerini cebine soktu ve omuzlarını silkti. Adımlarıma ayak uydurmaya çalışırken zorlandığı her halinden belliydi. "Yol bizi nereye götürürse."
Yolun bizi nereye götüreceği meçhuldu, ama onunla beraber olduğum sürece sorun olmazdı.
Gülümsedim. Birine güvenmek, işte bu kadar kolaydı.
~~~
![](https://img.wattpad.com/cover/47327471-288-k898225.jpg)