Nihayet Jungkook'un evine geldiğimizde gergin bir şekilde kapı eşiğinde bekledim. Girmeli miydim?
Anahtarla kapıyı açarak içeri girip, bana tuhaf tuhaf baktı. "Girmeyecek misin?"
"Şey ben... Emin değilim...."
"Korkma," diye sakince yineledi. "Sadece içeri gir, tamam mı? Açsın, üşüdün, yoruldun."
"Dışarda da yiyebilirdik," diye bir öneri attım ortaya ama güldü.
"Paran var mı?" Ah~ tabi ki yoktu! Bugünü otel odasında tıkılı kalarak geçirmeyi planlıyordum.
Ben cevap vermeyince, "Düşündüğüm gibi," diye söylendi. "Benim de yeteri kadar param yok. Yani... Hadi. İçeri gir."
Başka şansım yoktu zaten.
İçeri girip Jungkook'u takip ettim. Beni salon olduğunu tahmin ettiğim küçük odaya götürünce, şaşırmıştım. Oldukça temiz ve derli topluydu. Belki fazla eşyası olmadığındandır diye düşünüyordum ki... Karşıdaki odanın açık kapısından içeriye gözüm kaydı. Onun yatak odası olmalıydı ve tüm evin yükü o yatağın üzerinde gibi duruyordu. Tencere falan da olabilirdi, o derece yani.
Elimde olmadan neşeli bir ruh haline büründüm. "Tek mi yaşıyorsun?"
"Evet," diye yanıtladı. Ve mutfağa doğru gidip buz dolabını açtı. Amerika'daki ev tipleri dolayısıyla, her evde olduğu gibi burda da mutfak amerikan modeldi, salondan onun ne yaptığını görebiliyordum. Buzdolabından bir şeyler çıkarttığında meraklanmıştım.
"Gerçekten yemek yapabiliyorsun yani?"
"Tek başıma yaşadığımı söyledim," diyerek yanıtladı. "Tek başına yaşıyorsan sana yemek yapacak birini bulamıyorsun malesef. Öğrenmek zorundasın."
Başımı sallayarak onaylayıp çantamı bir kenara bıraktım ve ona yardıma gittim. Gerçekten de yemek yapar diye umuyordum ama o tüm dikkatini vererek çekmeceden makarna paketini çıkardı. Pekala, beklentilerimi yüksek tutmamayı öğrenmem gerekiyordu sanırım. "Ben de ailemle yaşıyor sayılmam."
Bana bakmadan, "Neden?" diye sorduğunda, "Babam," diye yanıtladım. "Annem... Öldüğünden beri işten eve gelmek kavramını unuttu diyebiliriz."
"Baban doktor, değil mi?"
"Evet," dedim. "Doktor. Ama başkalarını iyileştirmekle kendini o kadar meşgul ediyor ki, öz kızını 3 ay boyunca görmese onun için problem olmuyor."
"Annen nasıl..." diye bir cümleye başladı ama sonra vazgeçip, "Üzgünüm," diyerek tezgaha yaslandıktan sonra beni izlemeye başladı. Ben de kaynayan suya makarnayı boşaltırken, "Hastaydı," diye cevapladım tamamlanmayan sorusunu. "Bunu merak ediyordun, değil mi? Doktorlar bir türlü çözüm bulamıyordu, babam bulamıyordu. Bazen o kadar kötü oluyordu ki, sayıkladığını duyardım. Ölüp kurtulmak istediğini söylerdi."
"Kaç yaşındaydın?" diye bir soru yönelttiğinde gülümsedim. Bu hayatımda duyduğum en mantıklı soruydu, birinin ne zaman hayatının dönüm noktasını yaşadığını merak etmek, milyonlarca kez ne olursa olsun hayatın devam ediyor deyip durmaktan daha iyiydi.
"9."
"Ne hissettiğini biliyorum." Sakince konuştu. "Ailemi kaybettiğimde, benim yüzümden, 12 yaşımdaydım. İkisi birden... Gitti. Sadece abim var." Neşeli olmayan bir şekilde güldü. "Benden hoşlandığı pek söylenemez."
"Yoksa..."
"Evet," diye yanıtladı o da aynı benim yaptığım gibi, sorumu tamamlamadan. "Bugün cafenin yakınlarında beni tartışırken gördüğün kişi abimdi."
