6- Yeni Hayata Merhaba

2K 586 405
                                    


"Uyandım ve güneşin yakıcı ışığına karşı savaşan yorgun gözlerimi kırpıştırdım. Pırıl pırıl parlayan güneş tenimin üzerinde nazlı nazlı süzülüyor. Sıcacık olmuş tenim. Alev alev yanıyor. Hava çok kuru. Boğazım kurumuş ve her yutkunuşumda canım yanıyor.

Tanrım! Kim bilir kaç gündür su içmiyorum. Aylardır dudaklarıma bir damla su değmemiş gibiyim. Sırtımda bir acı, kızgın kumlarda günlerce çırılçıplak yatmışım gibi bir acı var. Canım yanıyor. Susuzluk dudaklarımı kurutmuş ve kurak hava dudaklarımın çatlamasına sebep olmuş. Dilimi dudaklarıma değdiriyorum. Sanki bu dudaklar bana ait değiller. Öylesine farklı, öylesine yabancı. Dudaklarım engebeli... Dilim engebeli bir yolda sarsılarak ilerleyen pembe bir cip gibi.

Kavurucu güneşin kızgın ateşinden bitap düşmüş kollarımı kıpırdattım. Yüksek dozda morfin yemiş gibi uyuşmuştu kollarım. Bir robotun sonradan eklenmiş azaları gibiydiler âdeta. Uyuşmuş, hissiz, orada yokmuş gibi... Sanki artık bana ait değillermiş, özerkliklerini ilân etmişler gibi.

Korkuya kapıldım. Çok yoğun, bir o kadar da karanlık bir korku kapladı yüreğimi. Yüreğim, bir insan tarafından yakalanıp avuç içine hapsedilmiş bir yavru kuş yüreği gibi delicesine çarpıyordu.

Doğruldum ve etrafıma bakındım. Ucu bucağı olmayan kurak topraklar... Aman Tanrım! Bu da ne? Daha dün... Ah... Ben daha dün TV karşısında, son derece sağlıksız yiyeceklerimi kucağıma almış, buz gibi kolamı yudumlamıyor muydum? Burası da neresi? Bu lanet olası yer de neresi? Neredeyim ben?"

~

Sarah deneğini tedirgin bir şekilde izliyordu. Denekte normalin dışında hareketlenmeler, dudaklarda fazlasıyla kuruma ve deneğin vücudunda hafif derecede dehidrasyon mevcuttu. Sarah daha da tedirgin oldu. Elleri titriyordu. Hemen dolaba doğru yürüdü. Bir kaç farklı ilaç çıkardı. Her birinden belirli dozlarda alarak elindeki şırıngayı doldurdu. Deneğin yanına koşarak ilacı enjekte etti. 5 dakika sonra denekteki dehidrasyon belirtileri yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Sarah derin bir nefes aldı. Denekse yaşadığı tuhaf tecrübenin kollarında kaybolmuş vaziyette değişik duyguları tatmaya devam etti...

~~~

Artık anladım. Artık bir şeylerin farkına vardım. Bugün bir milat. Neyin miladı ben de bilmiyorum ve olanları anlamıyorum. Ama biliyorum ve inanın tek bildiğim bu. Bugün benim için bir milat.

Bugün ben Afrika'da uyandım. Biraz küçülmüş, gençleşmişim. Hayır hayır, bacaklarım çok kısa. Bu kollar, minik eller... Ben miyim bu? Neler oluyor? Ah, neler oluyor, ulu Tanrım? Bu bir şaka mı? Bu lanet olası, iğrenç bir kamera şakası falan mı? Tanrı aşkına, otuzbeş yaşındayım ben! Oysa... Oysa şimdi küçücük bir çocuğa dönüşmüşüm.

Acıktım anneciğim, yemek ver lütfen! Bir yudum, tek bir yudum su, lütfen! Karnım ağrıyor. Bir kadın ağlıyor. Bana evladım diyor. Sanırım annem. Annem ağlıyor. Annem benim bildiğimden daha genç. Ama yüzü çok farklı, solgun, bitkin ve hayattan bıkmış. Gözleri neşe dolu değil, acı dolu bakıyor âdeta.

Hava çok sıcak. Kavruluyor ortalık. Annemin pembe dudakları kurumuş. Burnumda kurumuş toprak kokusu. Annemin gözyaşları dudaklarını ıslatıyor. Elinde kupkuru, bomboş bir kap... Dizlerinde derman yok. Kuru, çatlamış, bizim kadar yorgun toprakta bir yudum su arıyor insanüstü bir çabayla. Tırnaklarıyla kazıyor toprağı. Yok. Tırnak dipleri kanıyor ama aldırmıyor. Kazmaya devam ediyor. Toprak... Ah, şu toprak var ya şu toprak! Toprak kana susamış bir vampir gibi, dudaklarıyla daha sıkı kavrıyor annemin parmaklarını. Kanadıkça emiyor, kan içtikçe daha çok kana susuyor toprak.

Annem ağlıyor, feryat figan ediyor, yalvarıyor ama yok. Bir yudum su... Sadece bir yudum... Bulsa onu da bana verecek zaten. Toprak inatçı. Bir yudum su vermiyor. Âdeta savaşıyor annemle. Annem feryat ediyor:

"Sen hiç verme zaten! Hep al! Açgözlüsün sen açgözlü! Doymuyorsun! Aldıkça daha çok alıyor, verdikçe daha çok istiyorsun!

Kocamı verdim sana! Hayat arkadaşımı. Evladımın babasını. Yetmedi, kardeşimi de aldın. Sonra babamı da! Çocuklarımdan biri de sana karıştı. Senin artık...Daha ne istiyorsun lanet olası? Daha ne istiyorsun? Bir evladım kaldı, onu bana bırak! Yeter! Bırak! Doymuyorsun, kahrolası! Doymuyorsun!"

~~~

Dünya'nın bazı yerlerindeki topraklar farklıdır. Bu bahsettiğim şeyin coğrafya derslerinde öğretilen toprak tipleriyle bir alakası yoktur ama. Kahverengi orman toprağı olmuş, terra rosa olmuş, killi olmuş inanın hiç fark etmez. Toprağın farklı olması içerisinde barındırdığı ölü beden sayısıyla orantılıdır.

Mesela dünyanın en soğuk bölgelerinden biri Antarktika'da bulunan Dome Fuji Dağı'dır bilim adamlarına göre; ama bu yanlış bir bilgidir bana göre. Aslında dünyanın en soğuk yeri, Filistin'de, Suriye'de küçücük bebeklerin, bedenleri yaklaşık 2 metre ama yürekleri sıfır insan sıfatlı canavarlar tarafından katledildiği sokaklardır bence. Alın size dünyanın en soğuk yeri ve işte dünyanın en soğuk, en sert, en taş yürekli insanları...

Soğukluk ölümle doğru orantılıdır. Ölümün kol gezdiği coğrafyalarda yüreğin sıcacık gezemezsin. İstesen de olmaz bu, çünkü sıcak bir yüreğin varsa zaten ölümlere, acılara, haksızlıklara baş kaldıracak, dik duracak, isyan edecek, haykıracak kadar yüreklisindir. Gelişmiş ülkelerin gelişmemiş insanlıklarına bakıp, "gelişme" denilen şeyin teknolojiden ibaret olmadığını, insanın bozulanları onarmaya ilk önce ruhundan başlaması gerektiğini anlarsın.

Ne yazıktır ki, insanoğlu denilen garip varlık, neredeyse her türlü hastalığa şifa bulmuş, her türlü soruna çözüm üretmiş, günlük hayata yardımcı teknolojik ürünler üretmiş ama ne yazık ki bir tek kendine, ruhuna, yüreğine yardım edememiş. İğrenç, pis ve karanlık bir bataklıkta çırpınıp duran yürekleri, o karanlıktan çekip kurtaracak teknolojiyi hâlâ üretememiş. Oysa bence mantıklı olan; ülkeni, sınırlarını, askerlerini, insanlarını düşmanlardan korumak için çeşit çeşit silahlar, tanklar, askeri malzemeler üretmek yerine, bu dünyadaki bitmek bilmeyen savaşları durdurmak, insanlardaki bu akıl almaz seviyedeki öldürme tutkusunu ortadan kaldırabilmek için ve ölümle ve acıyla değil, sevgiyle ve aşkla dolu bir dünya yaratabilmek için çalışmaktır.

Sizce de garip değil mi? Yani... Kendi yaşam alanımızı, kendi dünyamızı böylesine kötü bir hale getirmemiz. Gezegenimiz için son derece değerli olan ormanları, ağaçları hiç acımadan yok etmemiz? Besin zincirinden haberdar olduğumuz halde ve bu zincirin önemi apaçık ortadayken hayvanları bazı türlerin nesillerini tüketene kadar katletmemiz. Başka ırktan, milletten insanları bir toprak parçası için katletmemiz. Sizce de garip değil mi? Bir düşünün, neden? Neden barış içinde hep bir arada yaşayamıyoruz? Neden bu kadar aç, neden bu kadar aç gözlü, neden bu kadar acımasız ve korkutucuyuz?

Beyin diyorum. Beyin... Öylesine mucizevi bir şey verilmiş ki bize, sınırları çok geniş. Biz savaş alanında kullandığımız bu beyni iyi birşeyler için kullansak ne olur acaba? Bazen düşünüyorum da yaratıcının beynimizi kullanmamız hususunda bir sınırlama getirmesi aslında en doğrusu olmuş, çünkü bu evrenin en son ihtiyacı olan şey beyninin %100'ünü kullanabilen ancak kalbinin %1'i dahi hareket etmeyen acımasız insanlar olurdu... Zaten fazlasıyla acımasızlık var, öyle değil mi? Birileri bu düzeni değiştirmeli. Birileri bu karanlığa bir mum yakmalı. Biz... Bizler bu karanlığı yırtıp atmalıyız ve bu utanılası çağı kapatıp, aydınlanmalıyız.

Geri SayımHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin