Bir ruhun üflenişiyle başladı insanoğlunun varoluşu. Yaradan 'Ol !' dedi ve bir bedene can oldu ruh.Ruh ve beden.
Bir yapbozun birbirini tamamlayan farklı iki esas parçasıydı. Ruh saklı olan hakikattı, beden ise saklı olanın önünde bir perde. Ve hakikata ulaşmanın yolu sadece perdeyi aralamaktı. Sadece istemeliydik. Gerçeği görmeyi, gerçek kalmayı, göstermeyi istemeliydik
Koca amfinin en ön sırasına oturmuş, elleri cebinde, beyaz gömleği ve sütlü kahve rengi pantolonuyla uyum içinde masaya yaslanıp ders anlatan hocamın
' Eğer birinin ruhunu görmek istiyorsanız ona hayallerini sorun.' diyen William James' in sözü üzerine tartıştığı bugün ki dersi dinliyordum. Neydi ruhumuzun derinliklerinde yatan gerçeğimiz?Ölüm, ayrılık ya da mutluluk muydu?
James'e göre hayallerdi. Peki ben? Benim gerçeğim neydi?
Kitabın altında titreyen telefonum dikkatimi dağıtırken gözlerimi ekrana çevirdim. Duygu akşam geç geleceğini bildiren bir mesaj yazmıştı. Dün akşam eve dönmeden önce Aksel'e sorduğum soru geliyordu aklıma.
Tanrım!Gerçekten adama ne sormuştum. Sorduğum soruyu birkaç saniye algılamaya çalıştıktan sonra yüzüme haykırışından anladığım tek şey yine rezil oluşumdu. Bir insan bir insanın yanında ne kadar saçmalayabilirdi ya da aynı adama kaç kez rezil olurdu?
Bu soruların cevabını Aksel'le tanıştıktan sonra daha sık düşünür olmuştum. Adamı görünce beynime kan giden damarlarım resmen tıkanıyordu. Sanırım Aksel de bunu artık anlamış olacak ki halime sadece gülüp geçmiş ve üstüme gelmemişti. Sadece 'Ah ufaklık.' demişti. Tıpkı benim kendi kendime dediğim gibi.
Ah ufaklık aklından her geleni dilinin süzgecinden geçirmeyi neden denemiyorsun?Neyse ki sera için birkaç kataloğu getirip fikir edinebileceğim fikrini ortaya atarak konuyu dağıtmış ve beni kendimi acaba hangi serin sulara bırakma fikrinden kıl payı kurtarmıştı. Ama Duygu'nun geç gelmesi demek onunla yalnız kalacağım anlamına geliyordu. Bir anda kalbimin üzerindeki filler mutluluk dansı yaparken diğer taraftan alışkanlık haline gelen bu mutluluk beni korkutuyordu. Bu sera işi bitene kadar bir araya gelmemiz büyük olasılıktı. Bugün bir araya gelecektik. Belki yarında. Belki birkaç gün daha.
Peki ya sonra? Sonrası yoktu. Yarın yaşanacakları bugünden düşünmek, dünde bugünü aramak gibiydi. Anlamsızdı. Koca bir faydasızlıktı. Bence mutluluğun en basit yolu bazen anın getirdiklerini yaşamaktan geçiyordu ve Aksel ile benim bazen'lerim çoğalıyordu.
Dersin bitmesiyle eşyalarımı toplayarak sınıftan çıktım. Beynimin içinde kasırga etkisi yapan düşünceler yüzünden başıma giren ağrıyla kantinin yolunu tuttaken şuan ihtiyacım olan şeyin sıcak bir kahve olduğunu biliyordum. Kantin hemen bulunduğum katın altında olduğu için asansörü kullanma gereği duymadan hızlıca kantine indim. Kapıdan girdigim an burnuma dolan sıcak kokular iştahımı kabartmıştı.
Evden çıkmadan ağzıma tıkıştırdığım birkaç parça şeyin etkisi oldukça kısa sürmüştü anlaşılan. Hemen kahve sırasına girerken bir yandan da pencereden dışarı bakıyordum. Akşam saatinin yaklaşmasına rağmen gökyüzü oldukça berraktı. Hava durumu da yağmurun yağmayacağını söylüyordu ki bu habere oldukça mutlu olmuştum. Islanmayı oldum olası sevmiyordum. Sıranın bana gelmesiyle hemen sıcak kahvemle dudaklarımı buluştururken içimi ısıtarak inen kahvenin tatlı aromasıyla mest olmuştum ki sertçe koluma çarpılmasıyla kahvenin yarısı elime dökülmüş ve sürdüğüm keyfin tam olarak içine etmişti.
"Kahretsin!" Canımın yanmasıyla dudaklarımdan firar eden yakınmayla elimi sallamaya başladım.
"Ah çok özür dilerim. Seni göremedim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GECE GÜNEŞİ
Aktuelle LiteraturHelya AKSOY- Sonsuza kadar görmek istediğim tek manzara onun gözleriydi. Aksel AZEMOĞLU- Benim yeminim senin gözlerinde bozuldu. --------Bir daha görmeyecek gibi baktım yüzünün her bir detayına. Ezberlemek ister gibi. Yüzünü mıh gibi kazıdım aklıma...