Dehşetin Derinliklerinde

3.2K 51 2
                                    

O kadim ölüler ülkesinde güneş, her akşam yer altındaki bilinmeyen diyarlara doğmak üzere batar; o karanlık mezarlarında sayısız ölü, tanrıları tarafından diriltilecekleri günü sessizce bekler…
Sertaç’ın telefonuma yolladığı mesaj üzerine tarif ettiği çay bahçesini ararken, orada kimlerle karşılaşacağımı oldukça merakediyordum. Sertaç’ın çabalarıyla izinlerimizi aynı tarihe ayarlamıştık ve lise arkadaşları olarak 17 yıl sonra ilk defa o çay bahçesinde buluşacaktık. Oraya vardığımda, masaların etrafında oturan gürültücü kalabalık arasında bana tanıdık gelebilecek bir sima ararken, arkalardan bana el eden birini gördüm. Biraz daha dikkatli bakınca bu kişinin, lise son sınıfta sıra arkadaşım olan İbrahim olduğunu gördüm. Onun solunda İdris oturuyordu, Mustafa masanın soluna sandalyesini çekip ayak ayak üstüne atmıştı ve sırtı bana dönük olan da Sertaç’tı. Hepsiyle tokalaştıktan sonra Sertaç’ın yanındaki boş sandalyeye oturdum. 17 yıl boyunca Sertaç ve Mustafa’yla, çok seyrek de olsa, telefonla görüşmüştük ama İbrahim ve İdris’le pek irtibatımız olmamıştı. Liseden sonra her birimiz hayatta farklı bir yön tutturarak farklı yerlere dağılmıştık. İbrahim Türkçe öğretmeniydi, Sertaç Antalya’da bir otel işletiyordu, Mustafa özel güvenlik görevlisiydi, İdris ise yurt dışında filoloji ve arkeoloji eğitimi görmüştü.
Sertaç, gelmeleri için sınıfımızdan birçok kişiye haber vermiş; fakat bunlardan çoğu buluşmaya gelmemişti.
Bizler sohbet edip çaylarımızı yudumlarken fark ettiğim kadarıyla, geçen yıllar boyunca, İbrahim’in saçlarını beyazlar istila etmiş; Sertaç’ın yüzüne belirgin çizgiler yerleşmişti. Mustafa ve İdris’te pek bir değişiklik yoktu fakat İdris’in alnının sağ tarafından başlayıp, saçının içinde ilerleyerek, başının arkasında sonlanan derin bir yara izi dikkatimi çekti.
Ona nasıl soracağımı uzunca bir süre düşündükten sonra ” Geçmiş olsun, ameliyat mı oldun?” dedim.

     İdris bu soruma ” Ölümden döndüm, haberin yok muydu?” diye karşılık verdi.
Anlattığına göre, Nil Nehri kıyısında bir kral mezarı kazısı sırasında, yaklaşık 2,5 metre yüksekliğinde bir blok üzerinden düşerek başını kireç taşından zemine çarpmış ve beyin ameliyatı geçirmiş.
İdris’in bu anlattıkları bana, 5 yıl önce bir kaza sonucu arkadaşımın silahından çıkan fişekle vurulmamı hatırlatmıştı. Çekirdek sağ göğsüme isabet etmişti ve ameliyat öncesi bana verilen narkozun bünyemde istenilen etkiyi göstermemesi üzerine, morfin verilerek ameliyata alınmıştım. Doktorun söylediğine göre, narkoza dirençli bir bünyem varmış.
İdris’e biraz, bu geçirmiş oldum kazadan bahsettim; fakat benim aklım onun yapmış olduğu kazıda kalmıştı. Duyduklarımdan sonra içimi kaplayan heyecandan dolayı, geçirmiş olduğumuz kazaları bir kenara bırakarak, sorularımı onun kazılarında yoğunlaştırdım. Sertaç’ın bitmek tükenmek bilmez gereksiz konuşmalarına kulaklarımı tıkayıp bütün dikkatimi İdris’in anlattıkları üzerinde yoğunlaştırmıştım.
Bugünkü uygarlığın kilometre taşlarını binlerce yıl önce döşeyen o büyük medeniyet, oldum olası ilgimi çekmişti. Küçük bir çocukken, okumayı öğrenir öğrenmez, ansiklopedi sayfalarını karıştırmaya başladığımda Eski Mısır’la ilgili sayfalarda gezinip dururdum. O zamanlar evimizde bulunan, alfabetik sıralamada son ciltleri eksik, tek ansiklopedinin Eski Mısır’ı içeren cildi mevcut olduğu için kendimi çok şanslı hissediyordum. Çocukluğumdan beri hep bir arkeolog olmak istemiştim. Lisedeyken İdris’le birlikte, o kadim medeniyetin sırları üzerinde uzun uzun kafa yorardık. Hatta o zamanlar basit hiyeroglif şekillerden, her şeklin bir harfe karşılık geldiği, bir alfabe geliştirmiştik. Bu alfabeyle sıralarımıza yazdığımız ders notları, sınavlarda kopya çekmek için, o zamanlar oldukça işimize yaramıştı.
İdris, Gize ve Luksor’la ilgili anılarını anlatırken bir ara ” Keşke oraları ben de görebilseydim.” demem üzerine biraz düşündü ve ” Bir hafta içinde, Gize’de yeni keşfedilen yeraltı galerilerinde araştırma yapmak için Mısır’a gideceğim. İstersen seni de beraberimde götürebilirim.” dedi. Bunu duyunca ne kadar sevindiğimi anlatamam.
O heyecanla masadakilere “Siz de gelmek ister misiniz?” diye sordum; fakat Sertaç işlerinin yoğun olduğunu, İbrahim de izninin yeterli olmadığını söyledi; Mustafa ise umursamadı bile.
Yaklaşık 2 saat kadar sohbet ettikten sonra birbirimizle vedalaşıp çay bahçesinden ayrıldık.

     O bir hafta boyunca pasaport ve vize işlemlerini halletmek için uğraşıp yolculuk için gerekli hazırlıkları yaptım.
İdris’le kararlaştırdığımız gün olan 11 haziran saat 18:30’da Atatürk Havalimanı’ndan havalanıp saat 20:00’da Kahire’ye indik. Luksor’a kalkacak uçağımızın hareket saati 23:00’a kadar İdris’le birlikte havaalanında, gezeceğimiz yerler hakkında detaylı bir plan yaptık. İdris’in normalde Luksor’da işi yoktu, sırf bana orayı gezdirebilmek için geliyordu. Çünkü Luksor görülmeden yapılan bir Mısır gezisi, Mısır gezisi sayılmazdı. Kızıldeniz’in ve Nil Nehri’nin muhteşem güzelliklerini gökyüzünden görebilmek için bu uçuşu gündüz saatlerinde yapabilmeyi çok isterdim; fakat başka sefer olmadığından dolayı saat 00:00’da Luksor Havaalanına indik ve İdris’in önceden rezervasyon yaptırdığı, Nil Nehri’nin hemen doğu kıyısındaki 4 yıldızlı otele yerleştik. İkinci kattaki odamıza girer girmez perdeleri açıp balkona çıktığımda; hemen karşımdaki Nil Nehri’nin üzerindeki tekneleri boydan boya kaplayan eflatun, pembe ve mavi renkli ışıkların yansımaları; karanlık sulardaki küçük dalgalar üzerinde, ılık havada yankılanan oryantal melodiler eşliğinde dans ediyordu. Mitolojiye göre bu; Ra’nın doğduğu yumurtanın, bir balçık içinde belirdiği nehirdi.
Ertesi sabah, yaklaşık bir saatlik taksi yolculuğu sonunda, Luksor’un 60 km kuzeyinde bulunan Dendera Tapınağı’na ulaştık. Antik Mısır’ın aşk tanrıçası Hathor’a adanan tapınağın, sağ tarafında sıra sıra palmiye ağaçlarının yer aldığı, taş döşeli yolundan ilerleyerek; bir kısmı ayakta kalabilmiş kabartmalı duvarların ve sfenks heykellerinin bulunduğu avlu kısmına vardık. Tapınağın içine girince; gövdesinde binlerce yıl önceki ritüellerin göz alıcı kabartmalı hiyerogliflerle anlatıldığı, uçlarının Hathor’un büstleriyle sonlandığı devasa sütunları ve bu sütunların desteklediği, astronomik olayların resmedildiği tavanı görünce adeta büyülendim. Bu ayrıntılı gök haritaları altındayken kendi kendime “Acaba bu insanlar bu haritaları, tanrılarının geldiği uzak yıldızları işaretlemek için mi çizmişti?” sorusunu sormadan edemedim. Uzun taş merdivenleri tırmanarak çıktığımız ikinci katta, Osiris’in şapelini ve bu şapelin tavanında bulunan meşhur Dendera Zodyağı’nı da gördükten sonra Luksor’un 3 km kuzeydoğusunda bulunan, dünyanın en büyük antik dini yapısı olan Karnak’a ulaştık. Eski Teb kentinin tanrısı Amon için inşa edilmiş tapınağın avlusuna girerken; yolun her iki tarafına da sıra sıra dizilmiş, Tanrı Amon’u simgeleyen koç başlı sfenkslerin arasından geçtik. Beyaz bulutlar tarafından yol yol bölünmüş masmavi gökyüzüne uzanan dikilitaşların ve baş döndürücü yükseklikteki sütunların arasında dolaşıp, etrafını palmiyelerin ve pembe renkli zakkum çiçeklerinin çevrelediği Kutsal Göl’ün önünde fotoğraf çekildik. Sonra Karnak’tan hareket edip Nil Nehri’nin hayat verdiği yeşil tarlalar ve üzerinde balıkçılların, turnaların, yalıçapkınlarının uçuştuğu sazlıklar boyunca devam eden karayolunda ilerledik. Luksor Köprüsü’nü geçip nehrin batı kıyısındaki Krallar Vadisine vardığımızda bizi, sırtını kayalık yamaca yaslamış olan görkemli Hatşepsut Tapınağı karşıladı. Tarihteki tek kadın firavun olan Hatşepsut için yaptırılmış olan ve ön tarafındaki sıra sıra sütunları, dağın yamacındaki ızgaraları andıran tapınağı da gezdikten sonra Luksor’a geri döndük. 

Türkiye'de Yaşanmış Cin ve Hayalet Olayları 4 Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin