Ne kadar da budala imişim! Bu delikanlılar Selamin'ın rakipleriydi. Ben de neredeyse bir sihir olayı ile karşı karşıya olduğumuza yemin edecektim.
Sonra yeniden beynime binlerce küçük işaretler hücum ederek beni şüpheyle sarsmıya başladılar. Her ne şekilde olursa olsun, ister tabiî, ister gayri tabiî, aydınlığa çıkarılması gereken karanlıkta kalmış bir çok noktalar vardı.
Ertesi sabah Selami ye akşam işittiğim sözleri ve kaçıştıklarını duyduğum erkekleri anlattım.
Onu izliyen beş gece bütün dikkatimizle şatonun doğu cephesini gözetlemiye başladık. Etrafta kimse dolaşmıyordu. Ve bu zaman süresinde amansız ıslık başımızın üstünde karanlıkları tırmalıyor, sinirlerimizi mahfediyordu.
Beşinci gecenin sabahı, beni ilk vapurla evime dönmeğe mecbur eden bir telgraf aldım. Selamiye yanından bir kaç gün için ayrılacağımı bildirerek şato içinde ve etrafta tembihlerime göre araştırmalarıma devam etmesini bildirdim.
Bir ihtiyat tedbiri olarak da güneş battıktan sonra sihirli odaya için yemin ettirdim.
Hiç bir anlamda kati bir sonuca varmamıştık çünkü. Eğer oda tahmin ettiğim gibi perili ise öğrendiğim bazı tedbirleri kullanmamız gerekirdi.
Her şeye rağmen, perili veya değil, ihtiyatlı davranılmalıydı.
Şimdi işlerimi bitirdim. Bu hikâyenin sizleri de ilgilendireceğini düşünerek buraya çağırdım. Bunları size anlatırken bende düşüncelerime biraz düzen verdim, işte telefonumun sebebi bu. Yarın sabah oraya dönüyorum. Buraya gelişimde anlatacak ilginç sözlerim olacağını sanıyorum. Oh, az kalsın denemelerimden önemli bir yeri size anlatmadan geçiyordum. Islığı bir plâğa almak istedim. Bu kabil olmadı. En küçük bir gürültüyü bile kapan ahize, ıslığa karşı hissiz kalıyordu. Bu da ne kadar garip değil mi?
Yine meraklı bir şey daha: Mikrofonda ıslığa karşı aynı hissizliği gösterdi! işte böyle dostlarım... Anlattıklarıma ne buyrulur? Aklıma ne geliyor? işime yarayacak bir fikir verebilir misiniz? Hayır, değil mi? Ben de henüz bir şey bilmiyorum.
Ayağa kalktı.
- iyi geceler dostlarım.
Darılacağımıza düşünmeden, âdeta iterek, hepimizi sokak kapısına doğru yöneltti. Onun bu hallerine alışmıştık. Aklımıza bir şey gelmeden düşünceli ve şaşkın, evlerimizin yolunu tuttuk.
Onbeş gün sonra hepimize birer kart göndererek belirttiği tarihte evine gitmemizi rica ediyordu.
Bu sefer geç kalmadan oraya koştum. Cem bizi doğrudan doğruya sofraya oturttu. Yemek bittikten sonra salona geçtik ve gösterdiği koltuklara rahatça yerleştiğimizi görerek gülümsedi, hikâyesini bıraktığı yerden devam etti:
- Şimdi, beni dikkatle dinleyiniz, zira size anlatacaklarım son derece ilgi çekicidir.
Oraya geç vakit geldim. Kimseye haber vermediğim için istasyonda beni bekliyen yoktu. Konağa yürüyerek döndüm. Ay bulutsuz bir semada parlamaktaydı. Bu benim için aynı zamanda güzel bir gezinti olmuştu.
Bahçe parmaklıklarının önüne geldiğim zaman içeri girmeden evvel etrafı dolaşmak, Selami ve kardeşin in nöbet tutup tutmadıklarını anlamak isteğine kapıldım.Her yer derin bir sessizlik ve karanlık içindeydi...
Onları şatonun dört bir yanını dolaştığım halde hiç bir tarafta bulamadım. Belkide fazla yorulduklarından yatmışlardı.
Binanın önündeki çayırı geçmek üzereydim ki korkunç çığlık başladı. Gecenin sessizliği içinde garip ve acı bir keskinlikle akisler bırakarak uzuyordu.
Kendine göre, özel bir tonla çalmıyordu. Israrlı ve düşünceli... bazen de kederli!
Basımı pencereye doğru kaldırdım. Birden aklıma bir fikir geldi: Ahırdan en uzun merdiveni getirecek, duvara dayıyacak ve pencereden içeri bakacaktım. Kısa bir arayıştan sonra hem uzun, hemde taşıyabileceğim ağırlıkta bir merdiven Bununla beraber, Allah biliyor onu öylesine güç kaldırabildim ki!... ilk denemelerimde bu işi basaramıyacağımı zannettim. Merdiveni doğru dürüst tam kaldıracağım zaman onu duvara dayıyamadan ikimizde çayırlara yuvarlanıyorduk. Nihayet bir pencere kenarına biraz tehlikeli bir şekilde onu tutturabildim.
Sonra yavaş yavaş tırmanarak içeri baktım.
Islık daha da yükselmişti. Ama hırslı bir ton taşımıyordu. Rahat rahat, sadece kendisi için ıslık çalan bir yaratığın gamsızlığını aksettiriyordu.
Ama yine de, bu yaratığın bir canavar olduğu, ıslığın insan ruhu taşıyan bir canavarın ağzından çıktığı insanın aklına geliyordu.İçerde ne gördüm biliyor musunuz?
Odanın geniş ve boş zemini kalkıyor bir meme şeklini alıyor, ucu içeri çökük bir krater ağzı şeklini alıyordu. Her inip kalkışı bir ıslık çıkarıyordu. Bu meme, bir dev memesi gibi şişen ve çatlıyacak hale gelen meme, fantastik bir senfoniyi hayret edilecek bir ustalıkla çalmaktaydı...
Şaşırmıştım: «Şey» yaşıyordu!
Önümde koskocaman, kara bir ay ışığında parıldıyan dudakları vardı... Meme şeklinde olan kabarıklık aynı zamanda içeri çökük dudaklardı...
Üst dudak terle kaplıydı. Islık bir deli çığlığı haline geldiği zaman hayretim dehşete döndü. Sonra birden bire her şey durdu. Bir saniye, içinde acaba az önce rüyamı gördüm diye kendi kendime sordum. Çünkü artık gözümün önünde ne dev memesi, ne dev dudakları vardı. Yeniden zemin dümdüz olmuştu.
Bir duvardan bir duvara uzayan tertemiz taşlar bir an evvel hamur gibi kabaran, şekil alan taşlar değildi sanki.
Tam bir sessizlik her şeye hâkim olmuştu.
Nasıl bir ruh haleti içinde olduğumu tahmin ediyorsunuzdur tabiî.
Şimdi oda sessizlik içindeydi ama ben gördüklerimi bir türlü unutamıyordum. Korkak ve hasta bir çocuğa dönmüştüm. Merdivenden aşağı kayıvermek ve kaçmak istiyordum. işte o an, içerden «imdat!» diye bağıran Selamin'ın sesinin işittim.
Öylesine şaşkın bir haldeydim ki, ilk önce onu oraya intikam almak amaç ile köylü rakiplerinin kapattığını sandım.
İkinci «imdat» çığlığından sonra daha fazla düşünmeden camı kırdım ve içeri atladım.
Ses şömine tarafından gelir gibiydi. Şömineye doğru koştum. Eğilerek baktım. Kimseler yoktu.
Selami! diye ulur gibi bağırdım. Sesim boş odada akisler yaratırken, kafamda çakan bir şimşek ışığında onun beni hiç bir zaman çağırmamış olduğunu anladım. Aptallaşmıştım. Yeniden pencereye doğru dönünce odada muzaffer bir ıslık bütün gücüyle çalmıya başladı.
Duvarlar bana yaklaşırken, zemin bir dudak gibi uzuyor, yüzümün hizasına geliyordu.
Kendimi kaybetmiş bir korku içinde cebimdeki rovelveri aradım. Tabancayla korkunç «Şey» i öldürmek gibi saçma bir fikre sahip değildim. Nasıl olsa bunu başaramıyacağımı biliyordum. Onun neresine ateş edebilirdim ki? Hem o neydi?
Duvarmıydı? Yermiydi? Tavanmıydı?
Bu soruların cevabını veremiyeceğim için sadece kendimi öldürmek istiyordum.
Zira ortasında bulduğum tehlike ölümden binlerce defa daha korkunçtu. Sonra, nasıl oldu bilmiyordum, belki can havliyle, «Görünmiyen Kuvvetlerin Merasim Ayin'i» adlı kitaptan bir kaç satır mırıldanmaya başladım. Bunları ezberlediğimin bile hiç bir zaman farklında olmamıştım. Belki de şuur altı, bir tehlike anında söylenmesi gereken cümleler diye onları bellemiştim...
İnce, toz yağmuru gibi bir şeyler dökülmiye başladı başımın üstünden.
Kalbim yarı heyecan, yarı sevinçle çarpıyordu. Kitapta olması gereken şeyler meydana geliyordu.
Baş döndürücü bir süratle uçurum kenarına gelmişken birden bire duruveren bir biçareydim.
Belki yaşıyacaktım...
Toz yağmuru dindi, Duvarlar geri çekildi, şiş meme, dudaklar yerle bir oldu.
Ruhum vücudumu kurtarmıştı.
Hayat ve kuvvetle dolduğumu hissederek pencereye doğru koştum. Oraya dayadığım merdivenden baş aşağı kayarak kendimi bahçeye attım.
İhtiyat filan gözettiğim yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Türkiye'de Yaşanmış Cin ve Hayalet Olayları 4
TerrorSerinin 4.kitabında olayları araştırmaya devam ediyoruz