Rahiple Sir Matthew kısa bir an kendilerini oyalıyan bir hayvan üzerinde fazla durmıyarak birbirlerinden ayrıldılar.
Ertesi sabah Sir Matthew adeti üzere saat altıda kahvaltıya inmedi. Yedi, hatta sekiz oldu saat, o hâlâ görünürlerde yoktu.
Hizmetçiler meraklanarak oda kapısını vurdular. Ses yok... Gittikçe artan bir merak ve sıkıntıyla kapıyı bir kaç kere vurdular.
Sonunda içeri girdiler...
Gördükleri manzara korkunçtu. Efendileri yüzü simsiyah olmuş ve ölmüştü! Ölüm sebebini açıklıyan ya da şüphe doğuran hiç bir iz yoktu.
Sadece pencere açıktı.
Hizmetçilerden biri koşarak rahibi çağırmıya gitti. Bir diğeri de ölüm haberi bildirilecek olan diğer makamlara koştu.
Sir Matthew'in en yakın arkadaşı olan rahip M. Crome koşarak geldi. Ölüm hakkında ne diyeceğini bilmiyordu. Duyduğu üzüntü büyüktü.
Yıllar sonra Sir Matthew'in ölümüne ne kadar açındığını yazmış olduğu hatıraları arasında göze çarpmaktadır.Anlattıklarımla ilgili olduğundan rahibin hatıralarındaki o bölümü aynen alıyorum: «Odaya zorla girildiğini gösteren hiç bir iz yoktu. Sadece penceresinin iki kanadı da açıktı. Zavallı dostum güzel havalarda penceresi açık yatmayı severdi. Baş ucunda geceleri içmeği adet edindiği gümüş bira kupası duruyordu. Doktorun tavsiyemle uyumadan evvel içtiği birayı bile bitirememişti o gece. Sir Matthew'in zehirlenerek öldüğü kanaatine vardım. Ama tahlil edilen birada zehir yoktu. Ne şekilde ve kim tarafından zehirlendiği de meçhuldü. Yalnız bumburuşuk olan çarşaflar ve ellerinin korkunç takallusu zavallı dostumun ölmeden evvel fazlasiyle ızdırap çektiğini açıklıyordu. Sonra yine, içinden bir türlü çıkamadığım ikinci muammada bu kuvvetli zehrin ne olduğu idi. Ölüye dokunanların elleri günlerce şişmiş ve ağrımıştı. Bununla beraber deri üzerinde en küçük bir leke bile yoktu. Doktorla birlikte elimizde luplar ölünün bütün vücudunu inceledik. Omuzda ve sağ kolda iğne batmış gibi gözle görülemiyecek kadar küçük iki delik bulduk. Şüphe yok ki zehir buradan vücuda yayılmıştı. Ama kim ve ne tarafından bilmiyorduk. Ceset üzerinde keşfedebildiğimiz araz sadece bunlardı.
Şimdi birde kendi özel inanış ve görüşlerimi yazayım. Bunlar bir işe yararmı bilmiyorum ama, ben öldükten sonra, anlamlarına değer verip okumak zahmetine katlananlar arasında benden daha zekileri bulunacağından yazacak olduğum şeydeki anlamı nasıl kabul edecekler bilmiyorum.
Dostumun baş ucundaki dolabın üstünde birde Mukaddes kitap bulunuyordu. Çaresiz kaldığımız zamanlar daima dinden medet ummazmıyız? Sonra birde büyüklerin bir sözleri vardır ki hiç aklımdan çıkmazdı: (Ne yapacağını bilmediğin, yahutta cevaptan aciz kaldığın sorular karşısında rastgele mukaddes kitabı aç ve parmağını bir satır üzerine koy. Orada aradığını bulursun.) Şuursuzca kitabı aldım, açtım, ve parmağımı bir satır üzerine koydum. «Onu yıkınız.» Yeniden kitabı kapadım ve bir başka satır üzerine parmağımı koydum: «Çok yaşayacak.» Üçüncü bir defa kitabı kapadım ve bir başka satır üzerine parmağımı koydum.
«Küçüklerde kanla beslenirler.»Siz bu üç denemeye ne dersiniz?»
M. Crome'ın kâğıtları arasında Sir Matthew'in ölümü için işte bunlar yazılıydı. Bu ölüm bir esrar perdesi altında saklı kaldı. Herkes heyecanlıydı...
Sir Matthew'i toprağa verdikten sonra Castringham'ın efendisi büyük oğlu Luc oldu.
Luc babasının öldüğü oda ile pek fazla ilgilenmedi. Kardeşleri ve annesile günlük hayatın hayhuyuna karıştı.
Bir gün, neden olduğu bilinmeden o da birden bire öldü. Vücudunda ölüm sebebini açıklıyan hiç bir iz yoktu.
Ağabeyinin ölümünden iki ay sonra Rudy'de ha? yata gözlerini kapayınca herkes eve karşı garip bir antipati beslemeğe başladı.Ahırlarda hayvanlar ölüyor, av hayvanları gittikçe azalıyordu. Sari bir hastalık düşüncesi şehir halkını sardı. Ölüler birden bire yere yıkılan ve ardında iz bırakmıyan cinsten bir afetin esirleriydi sanki.
O süre bir salgın gibi şehirde birbirine benziyen ölümler arttıkça şehirliler buna: «Castringham hastalığı» demeğe başladılar.
Ama hayat devam ediyordu. Ölüm bir yandan hükmünü icra ederken, hayatta yeni filizler sürdürerek ondan daha büyük bir kuvvetle insanları hayata bağlıyordu. Şehirliler yeni kilise inşasına karar verdiler.
Kilise madam Mothersole'un mezarı bulunan araziye yapılacağından kadının mezarı açılarak tabut çıkarıldı ve başka yere nakledilmeğe karar verildi. Castringham'lıların esrarlı ölümlerile madam Mothersole ismi daima yan yana hatırlanan bir konu olduğundan tabut meydana çıkınca toplum merakını yenemiyerek tabutun açılmasını istediler.
Tabut kapağı açıldı.
Kimsenin sesi çıkmıyordu.
Nefes almağa bile korkuyorlardı... tabut bomboştu!
O senelerde yeniden dirilme, ya da göğe uçma gibi olağanüstü olaylara pek inanılmazdı ama, büyüye, sihre inanılırdı.
Tabut derhal yakıldı.
Castringham'm efendisi en küçük oğlu Sir Richard'ı artık. O uzun bir süre eve uğramadı. Seyahate çıktı.
Londradan döndüğünde eve bambaşka bir yüz verdi. Yarı Italyan, yarı Ingiliz stili bir mimarile o değişik bir yer oldu.
Ev bence son derece gülünçtü ama ona senelerce hayran olan insanlarda vardı. Bir sabah (1754) da Sir Richard kötü bir gece geçirerek uyandı.
Dışarda rüzgâr kudurmuşcasma esmiş, şöminede tutmuştu. Ama hava soğuk olduğundan şöminede ateş yakmak zorundaydılar.
Rüzgâr öylesine büyük bir şiddetle camları sarsıyordu ki, hiç kimsenin böyle bir havada rahat uyumasına imkân yoktu.
Ama o gün ev bir gün evvel gelen misafirlerle doluydu. Bunlar Sir Richard'ın av arkadaşlarıydılar. Av hayvanlarının havalide gittikçe azalmış olmalarına rağmen ev sahibi bu hakikati kabul etmek istemiyor, çeşitli şehirlerden arkadaş çağırıyordu. Lakin uykusuz geçen bir geceden sonra canı bir şey çekmemekteydi. Odasının rüzgâra karşı kötü bir oda olduğu düşüncesine vararak bir daha o odada yatmamağa karar verdi.
İşte o sabah kahvaltı ederken düşünceleri bu merkezdeydi. Kahvaltısı sona erince büyük evin bütün odalarını dolaşmağa ve kendisine en uygun geleni aramaya başladı.
Arayışı uzun sürdü. Odaların kimi doğu rüzgârına karşı, kimi batı rüzgârını alıyor, kimi de hizmetçilerin durmadan önünden geçtikleri sofaya karşı oluyordu.
Bir dördüncüdeki tahta karyoladan hoşlanmadı. Hayır, ona lâzım olan güney doğuya nazır bir odaydı. Ne güneşin doğusuyla çok erken uyansın, ne de evin aktivitesi fazla olan kısmına yakın olsun...
Oda hizmetçisi kadının sabrı tükenmişti:
- Sir, böyle bir odada yatamazsınız, dedi. Sizde biliyorsunuz ki aradığınız kalitede evin bir tek odası var...
- Hangisi? diye Sir Richard sordu.
- Sir Matthew'in öldüğü oda.
- iyi ya, bende orada yatarım. O odayı temizleyin. Bu gece orada yatacağım. Gelin o tarafa bir bakalım. Nasıl oldu da evin eski bölümünü hatırlamadım tuhaf değil mi?
- Oh, Sir! Ama o oda kırk seneden beri kapalıdır! Ve kırk seneden beri orada kimse uyumamıştır. Sir Matthew'in ölümünden beri havalandırılmadı!
Hizmetçi kadın hem bu sözleri söylüyor, hem de artık kendisini dinlemeden yürüyen Sir Richard'ın arkasından koşuyordu.
- Haydi madam Chiddock, şu kapıyı açınız. Hiç değilse odayı bir kere göreyim. Kadın kapıyı açtı. Pis denebilecek boğucu bir küf ve rutubet kokusu burunlarına çarptı. Sir Richard pencereye doğru yürüdü. Alışılmış acelisile camı kaldırarak panjurları ardına kadar açtı.
Evin bu bölümü hemen hemen hiç bir değişikliğe uğramamıştı. Dişbudak ağacı dikildiği seneden beri olduğu gibi duruyordu. Sadece daha büyümüştü. Ağacın büyüklüğü ve sık yaprakları evin bu bölümünü gözlerden sakladığından kimse o tarafla ilgilenmek lüzumunu duymamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Türkiye'de Yaşanmış Cin ve Hayalet Olayları 4
HorreurSerinin 4.kitabında olayları araştırmaya devam ediyoruz