Ertesi sabah saat 09:30’da Luksor Havaalanından havalanıp saat 10:45’te Kahire’ye indik. Bitmek tükenmek bilmez klakson gürültülerinin yükseldiği, kural tanımaz Kahire trafiğinde ilerledik ve meşhur Tahrir Meydan’ını geçip Kahire Müzesine vardık. Fransızlar tarafından neoklasik mimaride inşa edilmiş müze binasının bahçesinde bizi, sfenks ve firavun heykelleri karşıladı. Binadan içeri girince; Yeni Krallığa ait kalıntıların sergilendiği birinci katın yüksek tavanlı bölümünde gördüğümüz, minik kızlarının ortalarında durduğu, 3. Amenhotep ve eşinin devasa heykeli beni oldukça çok duygulandırdı. Orta ve Eski Krallığa ait gündelik eşyalar, mücevherler, mumyalar ve altın maskelerin bulunduğu ikinci katı da dolaştıktan sonra önünde iki aslan heykelinin oturduğu Kasr El Nil Köprüsü’nden geçip Cezire Adasına ulaştık. Ada üzerindeki ünlü opera binasını ve zarif bir lotus çiçeği gibi göğe uzanan, 187 metre uzunluğundaki Cemal Abdülnasr Kulesini de gezdikten sonra nehrin batı kıyısına geçtik. Yürüdüğümüz sokaklarda, kahvehanelerden yollara taşan masalarda oturan entarili yaşlı adamlar keyif çatıyordu. Dükkanlarının önünden geçtiğimiz çığırtkan esnaflar, kendilerinden hediyelik eşya satın almamız için kollarımızdan çekiştirip duruyordu. Bu ısrarcı esnaflardan biri bana; sapının üzerinde, Eski Mısır’ın bilgelik tanrısı, ibis kuşu başlı Thot’un figürü bulunan bir çakıyı zorla sattı. Sıvasız binaların arasındaki, sağda solda çöp yığınlarının göze çarptığı, dolambaçlı yollarda taksiyle ilerleyip Gize nekropolüne vardığımızda; tehditkar bir pusun içinden sonsuzluğa doğru yükselen Keops, Kefren ve Mikerinos piramitlerini gördük. 140 metre yüksekliğindeki Keops’un güneydoğusunda; binlerce yıl boyunca Mısır’ın altın çağlarına, iç karışıklıklarına, Asurlular’ın barbarlıklarına tanıklık eden Sfenks; bu ölüler şehrinin önünde nöbet tutuyor ve her sabah doğan tanrı Ra’yı selamlamak için doğu ufkunu izliyordu. Öğle sonrasının yakıcı güneşi altında, bize rehberlik etmek için ısrar eden yaygaracı bedevilerden kurtulma mücadelesi vererek Keops’un içine girdik. Tabanına ahşap platform kurulmuş, belirli aralıklarla ışıklandırılmış, dar ve boğucu dehlizlerde iki büklüm ilerlerken; aşağı doğru devam eden, karanlık ve girişi demir parmaklıklarla kapatılmış başka geçitler gördüm. Yürüdüğümüz dehlizin tavanı ilerledikçe bazı yerlerde yükseliyordu, bazı yerlerde ise daha da alçalıyordu. Dehlizin sonunda ulaştığımız gömü odasında, kırmızı granitten yapılmış bir lahitten başka bir şey olmadığını görünce hayal kırıklığına uğradım. Bunu fark eden İdris, elini omzuma koyarak “Senin görmek istediğin şeyler yerin altında, onları sana göstereceğim.” dedi.
Keops’tan çıkıp, Orion Takımyıldızı’nın bir izdüşümü olan; Keops, Kefren, Mikerinos hattının güneybatısı istikametinde yürüdük.
Akşam saatleri yaklaşıyordu.
Batıdan esen güçlü rüzgarların, vahşi Libya çöllerinden kaldırdığı kumları serpiştirdiği ufkun üzerinde kocaman bir ateş topu gibi asılı duran güneş, gökyüzünü adeta kızıl alevlerle tutuştururken; girişi kum tepeleriyle kısmen kapanmış bir mağaraya ulaştık.
İdris parmağıyla mağara girişini göstererek “Bu, piramiterin altındaki galerilere açılan geçitlerden sadece biri. Antik Mısır’ın gizemleri, işte bu yeraltı dehlizlerinde saklı. 16 bin yıl önce Osiris rahiplerine bu tünellerde eğitim verildi” dedi ve sırt çantasının içinden çıkardığı el fenerlerinden birini elime tutuşturdu.
İdris’in bu sözlerini duyunca hayretler içinde kaldım ve yüzüne şaşkın şaşkın bakarak “16 bin yıl önce mi?” diye sordum.
İdris bu soruma “Mısır’ın tarihi birçok kişinin bildiği tarihten çok daha eskiye dayanır. Firavunlardan önce Osiris rahipleri vardı.” diye karşılık verdi ve geçidin ağzını doldurmuş kumların üzerindeki küçük bir aralıktan sürünerek mağaraya girdi. İdris’in ardından ben de sürünerek içeri girdiğimde, mağaranın içinin sandığımdan daha geniş olduğunu gördüm. Tavan yüksekliği yaklaşık 2 metre olan ve gittikçe aşağı doğru eğim kazanan mağarada el fenerlerinin ışığıyla İlerlerken, muhtemelen tavandan düşmüş taşların oluşturduğu, küçük bir yığın arkasından gelen hırlama ve parçalanma sesleri duyduk. El fenerlerimizin ışığını o yöne doğru tutup temkinli adımlarla biraz daha ilerledikten sonra, yığının arkasında tüylü bir yaratığın hareket ettiğini gördük. Sadece postunun üst kısmı ve dik kulakları görünen o şey, hareketlerinden ve çıkardığı seslerden anlaşıldığı kadarıyla, yerde bir şeyleri kemiriyordu.
İdris “Merak etme. O sadece bir çakal.” dedi ve yerden aldığı bir taşı o yöne doğru fırlattıktan sonra hayvan, şimşek gibi bir hızla yanımızdan geçerek mağaranın çıkışına doğru koştu.
İlerleyip, az önce çakalın bir şeylerle uğraştığı yığının arkasına fenerlerimizi tuttuğumuzda gördüğümüz dehşet verici manzara karşısında midem alt üst oldu. Yerde, kısmen kurumuş ve kemirilerek parçalanmış bir insan cesedi vardı. İdris beni sakinleştirmeye çalıştırdı ve “Bu, buralarda görmeye alışık olduğumuz bir durum. Bedevilerin kumdan mezarlara gömdükleri ölüleri, bazen bu vahşi hayvanlar tarafından bulunabiliyor.” dedi. Ben kendimi biraz toparlamayı başarabildikten sonra ilerlemeye devam ettik. Gördüğümüz o çakal bana, çakal başlı tanrı Anubis’i hatırlatmıştı. Fayum şehrinin timsah başlı tanrısı Sobek’i de düşününce kendi kendime “Acaba Eski Mısırlılar, kalplerine korku salan vahşi hayvanları mı kendilerine ilah edinmişti?” sorusunu sordum.
Yaklaşık 500 metre ilerledikten sonra mağara yerini, yüzeyi sarı renkli kaymaktaşıyla döşenmiş bir koridora bıraktı. Duvarlarda belirli aralıklarla, Osiris ve İsis’in gerçek boyutlardaki kabartmaları ve bunların her iki yanında da meşalelikler vardı. Koridorun sonunda kahverengi granitten devasa sütunların, çok yüksekte olan tavanı desteklediği kocaman bir salona ulaştık. Tamamen, renk renk hiyerogliflerle kaplı duvarların önünde yine Osiris ve İsis’e ait dev heykeller vardı. Hiyerogliflerdeki tavirlerde, bizim alışık olduğumuz hayvan başlı tanrıları görememiş olmak beni oldukça şaşırtmıştı. Duvarlarda belirli aralıklarla, muhtemelen başka galerilere açılan, küçük dehlizler vardı. Koridorun sonunda, geniş basamaklı taş merdivenleri olan bir platform üzerinde, her iki yanında da ibis kuşu heykellerinin bulunduğu dev bir kitabe vardı. Merdivenlerden çıkıp en yukarıdaki basamakta oturduk. İdris bu kitabenin, Eski Mısır’ın bilgelik tanrısı Thoth’a ait olduğunu söyledikten sonra yazıtını okudu. Yazıtta kendisinin, büyük tufandan önce Atlantis’den Mısır’a gelmiş bir Osiris rahibi olduğundan ve Mısır’a tek tanrılı Osiris dinini getirdiginden bahsediyordu. İdris yazıtı okumayı bitirdiğinde kafam iyice karışmıştı.İdris’e “Bu hiyerogliflerde neden hayvan başlı tanrılar yok, tek tanrılı bir din nasıl olur da bu kadar çok tanrılı bir dine dönüşür?” diye sordum.
İdris ” Thoth öldükten sonraki binlerce yıllık süreç içinde Osiris dini yozlaştı ve çok tanrılı bir din haline geldi.” dedi merdivenlerden inip duvardaki küçük dehlizlerden birinin önünde durdu; sonra bana, kendisini takip etmem için işaret etti. Bunun üzerine, el fenerini önüme tutup merdivenlerden aşağı inerken; İdris’in olduğu yönden gelen tok bir çarpma sesi duydum. Feneri tuttuğumda onu, yüzü duvara dönük bir biçimde zangır zangır titrerken gördüm. Kanlar içerisindeki sırtının ortasından çıkmış gibi görünen; siyah, ince, sivri uçlu, yılana benzer bir şey sağa sola kıvrılıyordu. Ben ona doğru koşarken, göremediğim bir şey İdris’i aniden dehlizin içine çekti ve hızla karanlık geçidin derinliklerine dogru sürükledi. Geçidin ağzına ulaşıp feneri içeri tuttuğumda, zeminde uzayıp giden kan izlerinden başka bir şey görünmüyordu. Eğilerek içeri girdim ve dar geçitte iki büklüm ilerlemeye başladım.
Küçük bir umutla telefonuma sarıldım fakat tahmin ettiğim gibi telefon çekmiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Türkiye'de Yaşanmış Cin ve Hayalet Olayları 4
TerrorSerinin 4.kitabında olayları araştırmaya devam ediyoruz