2- Sonunda Kapı Açıldı!

3.3K 311 49
                                    

Kapı açıldıktan sonra sadece 36 saat açık kalırdı. Bu yüzden hemen ormana gittim. Sonuçta yarın kuleye girecektim. Dinlenmem lazımdı.

O kadar sabırsızdım ki daha güneş batmadan uyumaya çalıştım. Hemen sabah olmasını diliyordum. Uyuyamayınca tahta kılıcımı elime aldım, her zaman saldırdığım geniş gövdeli ağacımın önüne geldim.

Ah ağaç kardeş umarım bana kızmazsın, kaç yıldır sana saldırıp duruyorum.

Kılıcımı ağaç kardeşin gövdesine savurdum. Her gün yorgunluktan bayılana kadar bunu yapıyordum. Ve bunu yıllardır yaptığımı düşünürsek ellerimin nasır tutması gayet normaldi.

Bugün antrenmanı kısa kesmiştim. Sadece birkaç yüz savuruş yapmıştım. Bir an önce sabah olması için hemen sızdım.

Uyandığım gibi tahta kılıcımı kaptım ve Ahmet abinin evine gittim.

Ardı ardına kapıya sertçe vurdum. "Hadi abi hadi sabah oldu. Daha Kuleye gideceğiz."

Ahmet abi kapıyı uykulu bir şekilde açtı. "Olum ne acelen var." dedi gözlerini ovuştururken. "Biraz daha uyuyalım da öyle gideriz."

Bozulmuş bir şekilde oradan ayrıldım. Bunu Muhammet abiye ve Hasan abiye de yaptım. İkisi de aynı cevabı verdi: "Az daha uyuyalım."

Onları anlayabiliyordum. Sonuçta 3 ayda bir evlerinde uyuyabiliyorlardı. Bunu da iyi geçirmek istemeleri gayet doğaldı.

Kapının yanına gittim ve Ahmet abiyi ve diğerlerini beklemeye başladım. Yerimde duramıyordum. Bazen çıkıp kapıdan dışarı bakıyordum. Görevliler beni hızla içeri sokuyorlardı. Çıkmak için önce bazı formaliteleri halletmek gerekiyordu sonuçta.

Ahmet abiler tam 2.5 saat sonra geldiler. Ama saat hala 9 civarındaydı. Evet, ben erken kalkmıştım.

"Hadi gidelim." dedi Hasan abi. Sırtında 1 metreden biraz daha uzun bir yay vardı.

Ahmet abi de silahlarını kuşanmıştı. Üstünde de bir ağır zırh vardı. Ama fakir işine benziyordu. Nasıl anlatsam: Kalın teneke parçalarını alıyorsun, biraz yamultup iplerle birbirine bağlıyorsun. Tam olarak Ahmet abinin zırhı buna benziyordu.

Muhammet abinin elinde kendinden 50 cm daha uzun bir sopa vardı. Sopanın ucunda da bir taş vardı. Bu taş gayet normaldi. Dere kenarında bulabileceğin normal bir taşa benziyordu. Üstünde bir cüppe vardı. Cüppe, paçavra parçalarının birleştirilmiş hali gibiydi. En azından bir kapşonu var diye düşündüm. Bir şapka büyücüye hava katardı. Ama sonradan öğrendim ki Muhammet abinin kapşonu delikmiş. Kapşonu geçirince kel bir adam gibi kafasının tam tepesinde bir açıklık oluyordu.

Benim üstümde 6 yıllık bir don ve t-shirt vardı. Tam 6 yıl. Erimediğine şükrediyorum artık. Gerçi her yeri yırtık ve kullanılmaz halde.

Kapıdan geçerken 3'ünün de isim, yaş, bulunduğun kat gibi sorular sorduktan sonra geçmesine izin verdiler.

Her çıkan kişiyi bir kağıda kaydediyorlardı. Bu sayede köylü sınıfının kişi sayısı her daim bilinebiliyordu.

Sıra bana geldiğinde heyecanla öne çıktım. Bacaklarımın titrediğini fark ettim.

"Adın ne?" diye sordu oradaki görevli.

"Karias" dedim.

"Kaç yaşındasın?"

"15, ilk kez kuleye gireceğim."

Adam bana dik dik baktı. Gereksiz cevap verdiğime kızdı herhalde. "Geçebilirsin." dedi. Arkama baktı. Kimse olmadığını görünce gülümsedi.

Hila'nın KulesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin