68- Kitaplar II

1.8K 212 67
                                    

Kitaplar tarih kokan savaşların içine girebileceğim kadar ayrıntılıydı. Ordunun sayısından, her adamın kullandığı silahlara kadar her şeye değiniyordu. Yapılan stratejiler inanılmazdı. Sayı üstünlüğünün önemsiz olduğu ustaca taktikler, koca bir orduyu bir anda yok edebilecek düzeyde stratejiler, güçsüzün güçlüyü nasıl yendiği... her şey anlatılmıştı.

Kullanılan silahlar sadece yay ve kılıç gibi basit değildi her zaman. Uzak mesafeli mekanik silahlar, toplar, savaş robotları, hatta ve hatta gezegeni bir anda yok edebilecek bombalar. Her silahın gücü ve getirdiği avantajlar farklı. Ancak kulede daha hiç mekanik alet görmedim. Dışarıdan getirebildiğimizi hesaba katarsak belki üst düzey medeniyetler bunları yapar, ancak bunların da bir dezavantajı var. Bu da robotların güç artışı elde etmemesi. Zaman geçtikçe ve seviye atladıkça güçlerimiz artacak, ancak robotlar sabit kalacak.

Dağlar ve tepelerdeki konum almanın önemi, deniz savaşlarında önemli olanın kaptanın bireysel gücünden çok tüm filonun birlikte çalışmasının olduğu, ova ve düzlüklerde orduyu konumlandırmaktan çok hangi birliğinin önce saldırdığının önemli olduğu... kısacası her şey anlatılıyordu. Ancak 10 gün boyunca kitap okuduğumdan beynim eridi artık. Ben de Usta Tiran'a kapıyı açtırdım ve bir gezintiye çıktım, en azından biraz kafamı toplamalıydım.

Bu sırada kafamdan hala strateji hakkında düşünceler geçiyordu. Bir lanet gibi yerleşmişti zihnime. Durmadan zihnimde yaşanan savaşlar zihnimi yormaktan çok bir yakıt gibi alevliyordu beynimi. Acıyla ölen her askerin sesini duyuyordum, yenilen tarafın generalindeki endişeli çığırışla üstün tarafın zafer çığlıkları da birleşip kafamın içinde patlıyordu. Kılıçlar çınlarken toplar patlıyordu. Şaha kalkıp devrilen atlar ölenlerin üstüne yığılıyordu. Ve her ölenin ardından yenileri geliyordu.

Attığım her adım sanki kanlı denizde yürüyormuşum gibi hissettiriyor, tonlarca kanlı cesedin üstündeymişim de ateş dolu yürekleriyle inliyorlar. Aslında tek yaptığımın yaylada yürümek olması ne garip.

Zihnim gittikçe benimle oynamaya başladı. Kendimi farklı farklı savaşlarda ölürken buluyordum. İlk önce karlı topraklarda 4 tane mızrak tarafından deşildim, sonra ormanın tekinde mayına basıp öldüm, uçsuz bucaksız beyaz sahilde bombardımana uğradım, çöldeki susuz vadilerde tuzağa düştüm... Her ölenin duygularını hissediyor, hepsiyle yeniden hayat buluyor ve bir başka hayatta tekrar ölüyordum. Komutanlarım bana savaşmamı emrediyordu, hele biri vardı ki bize ölmeyi emretti. Her ölümüm bana acı değil, haz vermesi de dehşete düşmemin asıl sebebiydi.

Ortamdaki tozlu ve kuru hava beni o kadar boğuyor ki nefes bile alamıyordum. Bu yüzden bir köpek gibi ağzımı açıp derin derin nefes almaya çalışıyor, ancak tozlar ağzıma girip öksürmeme neden oluyordu. Artık kaç benliğe girdiğimi, kaç savaş gördüğümü, hatta kaç kere öldüğümü bile unutmuştum. Bazen uzun oluyordum, bazen kısa; bazen kaslı ve güçlü oluyordum, bazen de cılız ve güçsüz; bazen büyük robotlar yönetiyordum, bazen ellerimle savaşıyordum. Ancak her ama her seferinde ölüyordum, istisnasız.

Sonsuz düşüncelerimden uyandığımda çimenlerin üstünde yatıyordum; kıyafetlerim terden sırılsıklam olmuş, üstüme yapışmıştı. Acaba yaşadıklarım birer rüya mıydı? O kadar gerçekçi bir rüya olamazdı, emindim.

Hafifçe doğruldum, ancak o zaman sağ elimi yumruk yaptığımı ve içinde sikkemi tuttuğumu fark ettim. Her şey bu sikkenin işi olamazdı, değil mi? Ahhh! Kavrayamadığım çok fazla konu var.

Ayağa kalktım ve uzun uzun gerindim. Ardından tekrar yavaş adımlarla binaya, oradan odama girdim. Bu sırada fark ettim ki zihnim çok ama çok sakin. Her savaş en ufak ayrıntılarına kadar zihnime yerleşmiş halde duruyor, hangi savaşı düşünsem direkt olarak oradaki ortam zihnimde beliriyor, sanki oradaymışım gibi o savaş havasını hissedebiliyorum. Harika ve dehşet verici bir his bu. Evet, ben de savaş meydanlarında bulundum. Lakin bunlarda en ufak ölme korkum yoktu, ölmeyeceğimi biliyordum. Ancak bu yaşamlarımda hepsi biliyordu, öleceklerdi, ölecekleri kesindi. Yine de biri bile tereddüt etmiyordu ileri saldırmaya, bir yaşam bile öleceğini bilip geri kaçmıyordu, bir yaşam bile. Komutan olmanın kritik noktalarından biri budur herhalde, savaşan askerlerinin neler hissettiğini anlamak. Ben ise bu hislerle yaşamıştım.

Okumadığım kitaplardan rastgele birini çektim ve okumaya başladım.

"Gayıh ovası, büyük bir tarım bölgesi için verilmiş, yüz binlerce askerin öldüğü bir savaşa 21 aralık 1918 tarihinde ev sahipliği yapmıştır. Bu savaşın ardından köylere yapılan baskınlarda ölen köylülerin şehit düşen askerlerden daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Bu savaşa katılan bir asker şu kelimeleri yazdıktan sonra ölmüştür, kişinin intihar ettiği düşünülüyor:

'Savaş başladığında hiddetle taarruza başladık. Mermiler uçuşuyor, toplar patlıyordu. Acı dolu inlemeler her yerden gelirken, bir kişi bile ardına bakmıyordu. Zaman geçtikçe arazinin her yeri kanla kaplanmıştı, ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum zaten.

Taarruz başlamadan önce biriyle konuşmuştum, ismini hatırlamıyorum bile, bunun ne kadar utanç verici olduğunu bilemezsiniz. Oradaki tek arkadaşımın ölü bedenini gördüğümde ismini bile bilmediğimi fark ettim. Biz vatan için savaşıp, vatan için ölüyorduk. Adını, sanını, nereli olduğunu, yaşını, kardeşi var mı, evli mi, çocuklu mu... birbirimiz hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Ancak kimsenin kaçmayacağından, bir kişinin bile geri adım atmayacağından emindik.

Saldırırken gözüme tuzlu kan ve sıcak ter giriyor, görüşümü engelliyordu. Elimi kaldırıp gözümü silemezdim, savaş çok hızlıydı, her an değerliydi.

Saatlerin, belki de günlerin ardından tüm enerjim bitti. Beni ayakta tutan tek şey iradem ve ardımdan gelenlerin savaş çığlığıydı. Yine de bunlar bir süreye kadar beni ayakta tutabildi. Sonunda görüşüm siyaha döndü ve yere yığıldım. Kalktığımda bütün arazi kırmızıya kesmişti. Her yer kan ve ceset doluydu, yoğun kan kokusu benim de üstüme sinmişti.

Cephede gördüğüm tanıdık yüzler yerlerde yatıyordu. Ben de yürüdüm, nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Ağzım kurumuş, karnım açtı. Ölü gibiydim. Herkes ölmüştü, ben yaşıyordum. Yaşadığım için sevinsem mi, yoksa diğerleri gibi ölmediğim için üzülsem mi, bilemiyordum.

Ayaklarım beni köyüme, yaşadığım topraklara getirdi. Ancak herkes ölmüştü, istisnasız herkes! Düşman köye girmiş ve her yeri yakıp yıkmıştı. Biz kaybetmiştik.

Benim adım Yusuf Seris, nam-ı değer Kızıl Yusuf, Gayıh ovası savaşından geriye kalan tek kişiydim.'"

Hila'nın KulesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin